Türkiye’de Ulus-Devletin Demokratik Hak Öznesi Olarak Azınlıklar42 min read

Türkiye'de Ulus-Devletin Demokratik Hak Öznesi Olarak Azınlıklar

            Türk İnkılâbı’nı, başka bir deyişle Atatürk Devrimi’ni savunanlar, çoğunlukla savundukları değerlere, uygulamalara dair özeleştiri yapmadıkları ve fikren de çağın yükselen değerlerine ayak uyduramadıkları için sıkça eleştirilmektedir. Yapılan bu eleştirilerin çoğunlukla rövanşist saikte olduğunu, bu eleştirileri yapan düşünürlerin veya kitlelerin silmeye, “aşmaya” çalıştıkları ulus-devlet, ulusal egemenlik, laiklik gibi ilkelere ve değerlere ikame olabilecek hiçbir şey ortaya koyamadıklarını düşünmekle beraber, özeleştiri ve iç hesaplaşma hususunda ise yer yer haklı olabilecekleri kanaatindeyim.

            Gerçekten de, Türk İnkılâbı, hassas bir dönemde ve hassas bir zeminde oluşmuş olmasından ve içerdiği çağdaş değerleri yıkmaya çalışan kitlelerin, hatta muktedirlerin fazlalığından dolayı, içeriden eleştirilme noktasında hayli eksik kalmıştır; bu eksiklik nedeniyle de onu savunan kitle zaman zaman bağnazlaşmıştır. Ortaya konan değerler ise, sanki dogmatik kaiedelermiş ve toplumsal-uluslararası dinamiklerle birlikte hiçbir değişikliğe uğramayacaklarmış gibi, her türlü eleştiriden ve güncellemeden hariç tutulmak istenmiştir. Sözünü ettiğim eksikliği ve yanlışlıkları gidermek, bu değerleri savunan müelliflere düşmektedir. Unutmamak gerekir ki, bir şeyi geliştirmenin ve yükseltmenin yolu, onu eleştirmekten geçmektedir. Bu misyonla kaleme alınan; ulus-devlet, azınlık ve demokrasi anahtar kelimeleri üzerine kurulu olan bu çalışmada, bu olgu ve kavramların birbiriyle ilişkisi-çelişkisi değerlendirilecek olup, olgunlaştıkları dönemde, pratik ihtiyaçların da gereği olarak birbirlerini tamamlar ve pekiştirir nitelikte oldukları fikrine vurgu yapılacaktır. Bunu yaparken, kısa tarihsel bir anlatının eşliğinde Türk İnkılâbı örneği muhakeme edilecektir[1] ve geldiğimiz noktada (yani bugünde) azınlık statüsü ve azınlıklar nezdindeki durum değerlendirilecektir.

            Çalışmayı hazırlama sürecinde, değerli önerileriyle ve paylaşımlarıyla çalışmaya katkı sunan ekip arkadaşlarım Doğukan Temizel ve Bahadır Işık’a teşekkür ederim.

GİRİŞ       

            Azınlık olgusu, tabiatın bir gerçeğidir. Kavrama kuru ve sözel bir açıdan yaklaştığımızda, her canlı varlık grubunun içinde, hatta cansız varlıklarda bile kimi nitelikler yönünden “azınlıkta” olanların bulunduğunu söyleyebiliriz. Herhangi bir vasıf yönünden yapılan basit sınıflandırmaların sonucunda, durumların çoğunda azınlık-çoğunluk olguları belirgin olacaktır. Örneğin sınıftaki iki-üç gözlüklü öğrenci, kavrama sosyal bilimlerde yüklenen anlamları bir kenara bıraktığımızda, “gözlüklü/gözlüksüz olmak” yönünden matematiksel olarak azınlıktır. Bu girişi yapmamın sebebi, ilk cümlemin altını doldurmaktır. Azınlıklar, varlığın olduğu her yerdedir; tarihin en başından beri var oldukları gibi, var olmaya da sonuna kadar devam edeceklerdir. O halde onlara yaklaşımımız, onları nitelendirişimiz ve hatta sosyolojik, siyasi, hukuki veya tamamen şahsi anlamda onları “azınlık” olarak anıyor olma şeklimiz de bu sebepten ötürü büyük önem arz etmektedir.

            Günümüzde, matematiksel olarak azınlıkta olanlara, hangi tabiyet veya nitelliklere göre azınlık dediğimiz, azınlığa değer izafe etmek ve “hak” tanımak gibi hususlar ise, tarihte siyasal-sosyal dinamiklerin bir getirisidir. Öyle ki, Baskın Oran “azınlık” kavramının 16. yüzyılda Batı Avrupa’daki reform hareketlerinnden bu yana kullanıldığını öne sürmektedir[2].

            Sanıldığının aksine, matematiksel olarak azınlık, her zaman sosyal bilimlerin bahşettiği anlamıyla “azınlık” anlamına gelmemektedir. Örneğin Antik Yunan uygarlığındaki site devletlerinde,  sınıfsal yapı köleler, metekler ve yurttaşlardan teşekkül etmekteydi. Kölelerin bir mal sayıldığı, meteklerin ise şehre dışarıdan yerleşmiş yabancılar olduğu dikkate alınırsa, siyasal yaşama bir tek erkek yurttaşların katıldığı ve site nüfusunun yaklaşık %10’una tekabül eden bu insanların bir “azınlık demokrasisi” meydana getirdikleri de düşünüldüğünde, burada sadece matematiksel azınlıktan bahsedildiğini, hatta belki de azınlık demokrasisi denerek istiare yapıldığını anlarız[3]. Antik Yunan sitelerindeki yurttaşlar yeni çağda teşekkül eden teknik anlamıyla “azınlık” değillerdir. 

            Tahmin edileceği üzere kavram hayli ihtilaflıdır; günümüzde üstüne uzlaşılmış genel geçer bir tanımı olmamakla birlikte, disiplinlere göre değişmek üzere her bakış açısından farklı bir tanım çıkarılabilir. Aslında olguların şekillendirdiği, hatta başlı başına canlı bir olgu olan çoğu kavram için bu böyledir[4].

ULUS-DEVLET – AZINLIK – DEMOKRASİ ÜÇGENİ

            Tarihte azınlık olmanın bir statü haline gelmesi, başka bir ifadeyle azınlıkların “azınlık” olarak göz önüne çıkmaları; esasen çoğunluğu bir paydada kümeleştirme ve nitelendirme ihtiyacının sonucudur. Sözü edilen kümeleştirme ve nitelendirme, işin doğrusu tarihin her segmentinde var olmuştur. Ancak din ve ulus gibi tabiyetlerin modern devlet ve toplum anlayışlarına içkin olduğu yeni çağda, nasıl ki bu tabiyetler yurttaşlıkla ilişkilendirilmiş ve özdeşleştirilmiş ise[5], bu tabiyetleri haiz olmayan kimseler de dışarıda kalmıştır. Apayrı ve muhtemelen daha kapsamlı bir çalışmanın konusu olabilecek olan “ulus” kavramının kuramsal olarak tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, buna dahil olmayanları da belirleme, vasıflandırma gereği görülmüştür. Önceden belirttiğim gibi, bu vasıflandırma imparatorluklar döneminde din ile başlamış[6]; ulus ve sonrasında ulus-devletlerin kurulup kuramsallaşmasıyla birlikte de baskın olarak ulus temelli hal almıştır.

            Modern devletin, kuramsal olarak 1- yurt (ülke, toprak parçası), 2- ulus (insan topluluğu) ve 3- egemenlik (siyasal iktidar) şeklinde üç unsurdan meydana geldiği kabul edilmektedir. Her ne kadar ulus dendiğinde akıllarda somut bir insan topluluğu canlansa da, modern devleti oluşturduğu kabul edilen diğer unsurlar gibi, ulus da bir faraziyedir. Ölmüş veya henüz doğmamış olan insanları da kaplamakla kalmayıp, ortaya atıldığı dönemde de zannedilenin aksine kral olarak tezahür bulmaktadır[7]. Kral, kendisini ulusunun yegane temsilcisi olarak kabul etmekte ve otoriteyi de bu vesileyle kendi varlığına içkin biçimde kulanmaktadır[8].

            Ulus-devlet, meşruiyet temelini yine sözünü ettiğimiz “ulus” faraziyesine dayandırır; ancak egemenliği de ulusa mal etmesiyle tarihin akışını temelden değiştirmiştir. Elbette ki tarihteki hemen her olguyu olduğu gibi, bunu da sınıfların dinamiğinden, birbirleri arasındaki gerilimden mücerret olarak düşünmek mümkün değildir. Ulus-devletleşme süreci, burjuvazinin monark ile mücadelesi ile başlamıştır. Bu mücadelenin temel sebebi ise, iktidarın modern devlet anlayışının oturmasının paralelinde dünyevileşmesinin ardından, kralın başta mülkiyet hakkı olmak üzere tüm hak ve özgürlükleri yasama yoluyla istediği gibi tadil edebileceği gibi, istediği gibi de uygulama-uygulamama keyfiyetine sahip olmasıdır. Bu çıkarımın tam aksini savunmak suretiyle aslında monark ile burjuvazinin çıkarlarının çatışmadığını, asıl olanın sivil toplumun ve kamuoyunun oluşumu olduğunu öne süren kimseler de vardır[9]. Gel gelelim, kanımca da ulus-devletin kuramsal ve olgusal oluşum sürecinde sadece çıkar çatışmaları rol oynamamıştır. Burjuvazi, çıkarlarıyla da örtüşmeyen düzene karşı aydın vasfıyla, çağın yükselen ve mevcut düzenle çatışan değerlerini de ardına alarak, düşünce akımları yaratıp bunlara kendilerini de adamış ve tebaa olan toplumun sivil topluma dönüşüm sürecine hizmet etmiştir. Sivil topluma dönüşümün de öte yandan azınlık statüsünün oturmasına hizmet ettiği söylenebilir.

            Daha önce de oluşumundan ve tanım(lanamayış)ından bahsedilen azınlık kavramı, ekseriyetle mensubiyeti toprak yahut kan esasına göre belirlenen ulusun “üst kimlik” olduğu bağlamda, alt kimlik olarak ele alınmaktadır. Ulus-devlet, doğası itibarıyla her yurttaşın ulusa mensup olması beklentisi içindedir. Buna göre azınlıkların üst-kimliği benimsemesi ve kendisini azınlık kılan yönlerinden sindirilmesi haricinde bir uzlaşma yolu yok gibidir[10]. O halde diyebiliriz ki, klasik ulus-devlet idealinde, azınlıklara yer yoktur.

            Ulus-devlet fikri-olgusu ile azınlık olgusunun hem modern tarih sahnesine çıkışları bakımından hem de kuramsal olarak birbirleri ile örtüşmeyecekleri düşünülse de; yaşamın gerçeklikleri, azınlıkların da ulus-devletlerde varlıklarını sürdürmelerini, hatta bir süre sonra da demokrasinin gereği olarak mümkünse çoğunluk kadar, en azından çoğunluğa yakın nisbette “hak öznesi” olmalarını gerektirmiştir. Zaten “üst kimlik” yaklaşımının temelinde, topraklarda yaşayan insanları tek potada eritme gayesi yatmaktadır. Devletin bütünlüğünü sağlamayı ve toplum içinde uyum oluşturmayı hedefleyen bu yaklaşım, asimilasyonisttir ancak teorik olarak barışçıldır. Gel gelelim, alt kimliğini oluşturan tabiyetlerini de muhafaza etmek isteyen, bu gerekçeyle veya başka bir gerekçeyle de üst kimliği benimsemeyi reddeden insanlar olduğunda, çoğu zaman iktidar/çoğunluk ile azınlıklar arasında çatışma oluşmaktadır ve bu çatışmanın da ekseriyetle azınlıklar için olumsuz sonuçları olmaktadır.

            Söz konusu çatışmayı gideren, anahtar görevi yahut kuramsal bir “hakem” olarak öne sürülebilecek kavram, kanaatimce demokrasidir. Ulus-devlet de azınlıklar da tarihin ve sosyal-sınıfsal süreçlerin bize bahşettiği, ancak kimi zaman kriz çıkmasına rağmen bir arada varlıklarını sürdüren olgulardır; ve azınlıkların alt kimliklerini muhafaza ederek bir yandan da ayrımcılığa uğramadan yaşayabildikleri ülkelere bakıldığında, o ülkelerin genel olarak bu imkanların sunulmadığı ülkelere nazaran daha demokratik olduğu (ya da azınlık/ulus olgularından birinin silik kaldığı[11]) göze çarpar. Başka bir deyişle, her ne kadar bu kavramlar birbirini dışlıyor gibi dursalar da, demokrasi, onları birleştiren ve geleceğe taşıyan bir fikir ve idealdir[12]. Kaldı ki, ulus-devlete ruhunu veren ulus egemenliği anlayışının tarihi, modern demokrasinin yükselişiyle hem teorik hem de tarihsel olarak paralellik arz etmektedir[13].  Günümüzde, özellikle de Türkiye’nin yakın tarihi düzlemine bakıldığında; ulus egemenliği ile demokrasinin özdeşleşmiş değerler olduğunu daha net olarak görürüz[14].

            İşin aslında, demokrasinin sığ ve dejenere biçimde, maddi özlerinden mücerret olarak ele alındığı çoğunlukçu demokrasi algısı,  azınlık hakları savunusuyla bağdaşmamaktadır. Ne var ki, demokrasi, siyasal liberalizmin tekemmülü ile birlikte çoğulcu demokrasi (plüralizm) anlayışına evrilmiştir. 19. yüzyılda yaşayan İngiliz düşünür ve siyasetçi John Stuart Mill, “herkesin temsili”nin “yalnızca çoğunluğun temsilinden” yeğ olması gerektiğine dair fikirleri azınlıkların hak öznesi olmaları savına güçlü bir kuramsal destek sağlamaktadır:

            “Azınlığın çoğunluğa, küçük sayının büyük sayıya boyun eğmesi gerektiği aşina bir          fikirdir;            ve bu nedenle, insanlar zihinlerini daha fazla kullanmak için herhangi     bir zorunluluk olmadığını düşünürler. Ancak küçük sayının büyük sayıyla eşit       derecede güçlü olmasına izin             verilmesi ile küçük sayının tamamen silinmesi             arasında bir ortanın olduğu akıllarına gelmez.         (…) Eşit bir demokrasiye halkın         çoğunluğu kendi vekilleri vasıtasıyla azınlık ve azınlığın          vekillerine oy üstünlüğü          sağlar ve onların görüşleri hakim olur. Ancak bundan azınlığın hiçbir           vekilinin          olmaması        gerektiği sonucu mu çıkar? Çoğunluk azınlığın üzerinde hakim olmalı            diye     tüm oylara çoğunluk sahip olmalı ve azınlığın hiç oyu olmamalı mı? Azınlığın             sesinin             hiç       duyulmaması mı gerekiyor?  (…) Gerçekten eşit bir             demokraside, toplumun             her kesimi       orantısız değil, orantılı bir şekilde temsil      edilir.[15]

            Azınlıkların tarihi, kavramın doğasının acı bir sonucu olarak; hak mücadeleleriyle, başkalarının çıkarları doğrultusunda manipüle edilmeleri ile, kendilerine tek potada eritilmeleri adına uygulanan asimilasyonla yahut soykırımlarla geçmiştir. Yani tarihsel bir anlatıya girişmek istediğimizde yüzleşeceğimiz ve kafa yoracağımız meseleler azınlıkların adil temsiliyetinin tartışılmasından da evvelinde; onların sindirilmeleri, varlıklarının inkar edilmesi yahut olabilecek en gaddar önlem olarak, komple ortadan kaldırılmalarıdır.

            Azınlık hakları savunusunun temelinde yer alan fikir olan çoğulculuk, modern-batılı demokrasinin özüdür[16]. Aynı zamanda demokrasiyi sadece siyasal katılım ve temsilden ibaret gören, hatta bununla da kalmayıp sadece çoğunluğun siyasal katılım ve temsilinden ibaret olarak gören kişilerin algılamakta en çok zorlandığı kavramdır[17]. Malumdur ki, azınlık hakları ile en fazla sorunu olan kimselerin demokrasi algısı da çoğunlukla “çoğulculuk” yönünden defoludur. Bu malul bakış açısının hakim olduğu ülkelerde veya daha küçük çaptaki yönetim alanlarında, çoğunluğun despotizmi kaçınılmaz olacaktır.   

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE AZINLIKLAR

            20. yüzyılın başında Türkiye, ulus-devlet furyasının ve batılı inkılapların mühim örneklerinden biri olarak kabul edilen bir dönüşüm yaşamıştır. Bu dönüşüme, kurucu kadronun tabiriyle Türk İnkılâbı denmektedir. Türk İnkılâbı’nda yaşanan gelişmeler vesilesiyle, esasında Osmanlı Devleti’nde yine var olan ve İslam hukuku anlayışına göre tanınan azınlık gruplarının[18] statülerinde birtakım değişiklikler yaşanmıştır.

            Kuruluş yılları itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ndeki azınlıkların nitelendiriliş biçimlerinden, statülerinden yahut tüm bunlara sahip ol(a)mayışlarından bahsetmeden evvel; unutulmaması gereken bir hususu hatırlatmakta yarar vardır: Türk İnkılâbı’nın misyonu bir ulus-devletin inşası ve bu doğrultudaki inkılapların gerçekleştirilmesidir. Elbette “ulus egemenliği” şiarıyla çıkılan bu yolda, demokrasi de anahtar bir değerdir. Ancak ilk raddede temin edilmek istenen değer demokrasiden ziyade, sosyal bilimciler tarafından demokrasinin önkoşulları olarak kabul edilen (demokratik-sivil toplum, laiklik, modern hukuk sistemi vb.) başkaca olgular ve değerlerdir. Türkiye’nin erken cumhuriyet döneminde, bunlara ulaşma uğruna yer yer otoriter rejim emareleri gösteren müdahaleler ve gelişmeler görülmüştür[19]. Günümüzde demokrasinin özü olarak kabul ettiğimiz çoğulculuk, o esnada batıdaki fikir akımlarını bir veya iki asır geriden takip etmekte olan Türkiye’nin kuruluş döneminde henüz gündemde olan bir değer değildir[20].

            Türk İnkılâbı’na dair kanımca önemli olan kaydı düştükten sonra, azınlıkların bundan öncesindeki (Osmanlı zamanındaki) durumlarına dair kısa bir inceleme ve değerlendirme yapmak yararlı olacaktır. İlk olarak, Osmanlı Devleti’nin İslam hukukuna göre idare edilen bir devlet olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla, İslam devletlerindeki dinsel azınlığın da gayrimüslimler (veya yer yer devletin esas aldığı mezhepten farklı mezhepler) olduğu söylenebilir. Osmanlı yurttaşlarının statüleri, Müslüman olup olmamalarına göre belirlenmekte olup azınlık statüsü ve hakları da İslam hukukunun, bir İslam devletinde gayrimüslimlerin haiz olması için münasip gördüğü şekilde var olmuştur. Ancak, modern anlamda azınlık olgusunun Osmanlı Devleti’nde mevcut olmadığını söyleyen yazarlar da vardır. Bu görüş, azınlık olgusunda aranan nitelikler ve azınlıklardan beklenen reaksiyonlar düşünüldüğünde mantıklıdır. Örneğin, Osmanlı’daki gayrimüslim topluluklar, ulus bilincine erişip bağımsızlıkları için mücadele verdikleri son dönem haricinde pek kimlik siyasetine girmemişlerdir ve azınlık olarak hakları için hatırı sayılır bir mücadeleleri olmadığı gibi, henüz ulus, din, dil vb. tabiyet ve nitelikler bağlamında “azınlık olma” bilincine sahip değillerdir. Onlar, şeriat devletine, zimmet sözleşmesiyle bağlanmış tebaalardır[21]. Gel gelelim, ulus ve ulus-devlet furyasının Avrupa üzerinde yayıldığı dönemlerde, azınlık (ulus) bilinci Osmanlı toplumunda gitgide yayılmıştır ve hatta dış dinamiklerce tetiklenmiştir de[22]. Bu dönemde genel olarak; önce gayrimüslim tebaanın eşit yurttaş olma uğrundaki hak arayışları, sonunda bağımsızlık için ayaklandıkları ve eğer lazım olan dış desteği gördülerse de bağımsızlıklarını elde ettikleri görülmektedir. Söz konusu furyanın önüne geçmek adına çıkarılan cemaat nizamnameleri, fermanlar, kanunlar, anayasa çoğunlukla işlevsiz kalmış; hatta bazı noktalarda ters teperek bağımsızlıkçı hareketleri hızlandırmıştır. Tüm bu gelişmelerin ışığında Osmanlı toprakları hızla küçülürken, çoğunluğu Anadolu ve Rumeli topraklarında yaşayan Türklerde de bir ulus bilinci oluşturulmaya çalışılmıştır. Hatta ulus bilinci oluşturmak için çeşitli yayınlar çıkarılmış, eserler verilmiş ve konuya nispeten bilimsel bir açıdan yaklaşılmıştır. Ancak Türklerin bu bilince erişmeye başlaması, Osmanlı’daki azınlıklara nazaran oldukça geç bir döneme tekabül etmektedir[23]. Hem bu gecikmişlikten dolayı, hem de padişahın kendisini dayandırdığı soy ile aynı etnisiteye mensup olunmasına rağmen ve bağımsızlığını temin eden diğer uluslardan farklı olarak içinde bulunduğu devlet de dahil olmak üzere kendisini ulus olarak sahiplenen herhangi bir devlete sahip olmamış olması nedeniyle Türk ulusu, o güne kadar bastırılmış, hor görülmüş olmanın da etkisiyle epey reaksiyonel bir kalkınış hikayesi yaşamıştır. Bu hikayenin yazarları, hiç kuşkusuz Osmanlı’nın son demine damgasını vurmuş olan ve doruk noktasına İttihat ve Terakki ile ulaşılan akımların düşünürleridir.

            Osmanlı Devleti’nin fiilen sonlandırılıp bölünmeye mahkum edildiği Sevr Antlaşması’nı kabul etmeyen, ayrı bir iktidar merkezi oluşturarak hem Osmanlı-İstanbul hükümetine hem de işgalci kuvvetlere karşı mukavemet oluşturan Ankara Hükümeti, aynı zamanda gelecekte Türkiye Cumhuriyeti olarak anılacak olan yeni Türk devletinin de tözünü teşkil etmektedir. Başka bir deyişle, yeni Türk devleti teknik anlamda henüz bağımsızlık savaşı bitmeden ve önceki devlet de jure olarak sona ermeden kurulmuştur[24]. Esasen çalışmanın konusunu oluşturmayan Kurtuluş Savaşı bağlamında da azınlıkları ilgilendiren birtakım önemli gelişmeler yaşanmıştır. İlk olarak, Kurtuluş Savaşı’nda gayrimüslimlerin işgal karşıtı reaksiyon göstermeyip kimi zaman işgalcilerle işbirliği içine girmeleri nedeniyle, bu vesileyle statüleri de yeni iktidar merkezi tarafından ilk kez tescil edilmiştir. Erzurum Kongresi’nin 3. ve 5. maddelerinde azınlıkların müktesep haklarının korunacağı güvence altına alınmış ve siyasi egemenlik ile sosyal dengeyi bozacak surette Hıristiyanlara yeni imtiyazlar verilemeyeceği, her türlü işgal ve müdahalenin karine olarak Rum ve Ermeni hakimiyetine yönelik sayıldığı dile getirilmiştir[25].

            Yeni devletin uluslararası anlamda genel olarak tanınmasını tescilleyen Lozan Antlaşması’nda azınlıkların konumu “müslüman olup olmamak” yönünden bir resmi azınlık statüsü ile belirlenmiştir. Yani başka bir deyişle, Türkiye’nin uluslararası bir antlaşmayla kabul ettiği azınlık olma parametresi “din” olup bu noktada statü olarak tanınan azınlık grubu ise gayrimüslimlerdir. 37-45. maddeler arasındaki toplamda dokuz madde, azınlık haklarını konu edinmektedir. Azınlık olarak, sadece gayrimüslim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kastedilmektedir[26]. Bu durumda, farklı etnisite veya dil bakımından azınlık olan Müslümanlar kapsam dışı bırakılmıştır. Ayrıca, de facto olarak Lozan Antlaşması’ndaki haklardan sadece Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin yararlanabildiğini, Süryaniler, Nasturiler gibi başka gayrimüslim azınlıkların yararlanamadığını belirtmek gerekir.

            Lozan görüşmeleri sürecinde 2. TBMM tarafından kabul edilen 1924 Anayasası ise, 88. maddesinin ilk fıkrasında yer alan ve mecliste epey tartışmalara konu olmuş “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” hükmü ile bir anayasal vatandaşlık iddiası ve dolayısıyla eşitlik vurgusu taşımaktadır. Bu de jure iddianın veya idealin ne kadar gerçekleştirilebildiği ise bu çalışmanın sorunsallarından birini teşkil etmektedir.

            Ulus-devlet, farklılıkları olabildiğince yok sayan ve türdeşliği (homojenliği) esas alan bir devlet modelini ifade etmektedir. Türkiye topraklarında çağdaş bir ulus-devlet kurma misyonunu taşıyan Türk İnkılabı da özündeki demokratik kimliğine rağmen kimi zaman Lozan’da hakları güvencelenen gayrimüslim azınlıkların, kimi zaman ise Müslüman etnik azınlıkların kültürel, toplumsal ve hatta bazen de siyasal haklarını, ulus-devletin gereği olan türdeşliği temin etmek ve toplumu “bir potada eritmek” için (kimi zaman da çağdaşlaşma, laikleşme yolundaki vb. inkılapları icra edebilmek için) kurban etmiştir. Burada “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslamdır.” minvalinde Osmanlı mirasını göstermelik olarak idame ettiren ve politik yönü de olan hükümlerden ziyade; pratik yaşamı daha çok etkileyen kimi normlar ve eşitliğe aykırı (Varlık Vergisi gibi) köklü uygulamalar kastedilmektedir.

            Ne var ki Türk İnkılabı’nda bu uygulamalar yekpare ve mutlak bir doğrultuda seyretmemiştir. Başka bir deyişle, Türk ulusu haricindeki ulusların varlığının yadsınması yahut onların entegre edilip “Türkleştirilmeleri” yer yer tartışma konusu olmuştur. Bunu ortaya koyan iki örneğe değinmekte yarar vardır. Bunlardan ilki, 1924 Anayasası’nın yapım sürecinde vuku bulan tartışmalar arasında, Ziya Gökalp’in kaleme aldığı Anayasa tasarısında, yurtdışından gelen Türklerin yanı sıra Lazların ve Kürtlerin de milli köy ve mahalle kurmak bakımından hak sahibi olmalarıdır. Kuşkusuz, herhangi bir normatif metinde etnisite, ırk, dil vb. ayırt noktasına vurgu yapmak, “azınlığı tanımak” anlamına gelecektir. Nitekim, sözü edilen hüküm hem teknik anlamda bir anayasa hükmü olmaktan uzaktır; hem de o dönemde kurulan bir ulus-devlet için de oldukça abestir. Dolayısıyla da hayata geçirilmemiştir lakin yine de gündeme gelmiş olması, o dönem bu konuların tartışılıyor olduğunu vurgulamak adına önemlidir[27]. İkinci olarak da Atatürk, 1931 yılında yaptığı bir Anadolu gezisinde tuttuğu notlarda, etnik olarak Türk olmayan unsurlara yönelik nasıl bir muamele gösterileceği sorunsalına değinmektedir[28].

                Elbette ki 1924 Anayasası’nın 88. maddesinin bir gereği olarak, hukuksal eşitliğin sağlanması adına Medeni Kanun kabul edilmiş ve azınlıklara Lozan Antlaşması gereği tanınan münhasır statünün getirisi olarak kendilerine ayrıcalık tanıyan normatif düzenlemelerden değil de; eşitlik vaadi ile Ermenilerin, Yahudilerin ve Rumların bu ayrıcalıklardan feragat edip[29] eşit yurttaş olması ve kendi sosyal kurumlarını kurmalarına ise müsaade edilmesi hedeflenmiştir.

            Öte yandan, çoğunluktan (halktan) ve iktidardan kaynaklanan, kimisi tartışmalı olan; kimisi ise tam anlamıyla azınlıklara yönelik  saldırı veya eşitliksiz-ayrımcı müdahale teşkil eden bazı olguların varlığından da söz etmek gerekmektedir. Örneğin Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi, birçok mağduriyet doğurmuş olmasının yanında, zorunluluk arz etmesi gibi çeşitli yönlerden tartışma konusudur. Öte yandan 1924’te çıkarılan bir kanun ile Ermenilerin Ege Denizi ile Karadeniz arasında ikamet etmeleri yasaklanmış ve bu yasak 1929 ve 1932 yıllarında esnetilmiştir[30]. Askeri okullarda okumak için “Türk soyundan” olunması gerektiğini belirten düzenleme[31], 1942 Varlık Vergisi, gayrimüslim azınlıklar hakkında açılan hatırı sayılır sayıdaki “Türklüğü Tahkir” davaları[32],  gayrimüslimlerin seçme ve seçilme hakkı gibi siyasal katılım haklarını kullanmakta çektikleri fiili zorluklar, kendi anadilini konuşan azınlıklara yönelik uygulanan yaptırımlar, iktidarın fiili olarak veya normla uyguladığı eşitliksiz müdahaleleri gösterirken; çoğunluk halk tarafından gerçekleştirilen 1934 Trakya Olayları, Yahudi yurttaşları hedef almış olup birçoğunun yurtdışına göç etmesine sebebiyet vermiştir.

6 Temmuz 1934, Haber Gazetesi

HAK ÖZNESİ OLARAK AZINLIKLAR

            Bir önceki bölümde, Türkiye tarihi ekseninde azınlıkların hukuki statülerinin gelişimi ve azınlıkların hak ve özgürlüklerine çoğunluk ve iktidar tarafından yapılan müdahaleler dile getirilmiştir. Meselenin bir de, dezavantajlı konumda olmaktan kaynaklanan hakları elde etme şeklinde nispeten daha güncel bir boyutu vardır.

            Öncelikle, önceki kısımlarda ihmal edilen şu hususu belirtmek gerekir; Türkiye’de Lozan Antlaşması ile gayrimüslimlerin kimi hakları bir ölçüde güvence altına alındığı ve onların statüsü formal bir nitelik kazandığı için, ülkede gayrimüslimlere sayıca baskın olan Müslüman azınlıkların hakları, hak savunuları gölgede kalmıştır[33]. Öyle ki, yakın bir sürece kadar genel kanaat gayrimüslim azınlıkların hor görülmesi iken, Müslüman azınlıkların, kimi zaman kültürel öğelerinin, kimi zaman ise topyekun varlıklarının yok sayılmasıydı. Bu, bir yönüyle ilk gruba yönelik dışlayıcı bir yaklaşım iken diğer gruba asimilasyonist bir yaklaşım anlamına geliyordu. Halen bu yaklaşımı sürdürenler de yok değildir. Lakin, bu tutumun sebebine ilişkin hiçbir şey söylememek, tek taraflı bir inceleme olur. İlk sebep, kolayca tahmin edilebileceği üzere ulus-devletin türdeş kılma (homojenize etme) refleksidir. Ancak kurucu unsur olan ulus kimliği pekiştikten sonra, diğer ulus azınlıklarına birtakım kültürel haklar tanınması kanımca doğru ve insani olandır. İkinci sebep ise, Osmanlı’dan bu yana süre gelen azınlık isyanları ve ayrı bir ulus-devlet olarak kopuş teşebbüsleridir. Toprak-iskan ve vergi meselelerini konu edinen Celali isyanlarını ve İstanbul’daki Yeniçeri ayaklanmalarını hariç tutarsak, Anadolu’nun, Müslüman veya gayrimüslim fark etmeksizin, oldukça kapsamlı bir ayrılıkçı etnik azınlık isyanı geçmişi vardır. Bunlardan Osmanlı zamanında vuku bulan ve gayrimüslim azınlıkların çıkardığı isyanlar, aldıkları dış destekle birlikte ayrı ulus-devletlerin kurulmasıyla neticelenmiştir. Cumhuriyet döneminde ise, daha ziyade Müslüman azınlıkların çıkarttığı isyanlar göze çarpmaktadır[34]. Bunun yanında, erken cumhuriyet döneminde gayrimüslim azınlık topluluklarına mesafe ile yaklaşılmasının bir diğer sebebi ise, yukarıda bahsedilen, savaş zamanlarındaki tarihsel birikimdir[35].   

18 Temmuz 1937, Cumhuriyet Gazetesi

            Aradaki sebep-sonuç ilişkisini göz önünden ayırmadan, burada değişmesi gereken, artık demode olmuş bir algının söz konusu olduğunu belirtmek gerekir. Gayrimüslim azınlıklara ilişkin yapısal sorunlar bir tarafa, hala ülkedeki Müslüman azınlıkların haklarını münhasıran güvence altına alan hiçbir anayasal/uluslararası metin olmadığını gerekçe göstererek Müslüman azınlıkları tam anlamıyla yok sayan müellifler bulunmaktadır. Alıntısı alt kısımda yer alan kesit, bu zihniyeti anlamak adına hayli aydınlatıcıdır:

            “Öncelikle bilinmelidir ki; etniklik anlamında ‘azınlık’, dil, in ve kültür yönünden diğer gruplardan farklı olanlardır. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları arasında, Lozan Antlaşması ile belirlenen Müslüman olmayan yurttaşların dışında diğer yurttaşlarımızı ‘azınlık’ olarak nitelendirmemek, Atatürk Türkiyesi’nin ulusçuluk ilkesinin gereği olduğu gibi, Müslüman olmayan yurttaşlarımız dışındaki yurttaşlarımız arasında dil, kültür ve tarih birliği yönünden bir ayrım söz konusu değildir. ‘Kürt’ olarak ayrıştırılmak istenilen yurttaşlarımızın kökenlerinin de Orta Asya  olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.” [36]

            Karıştırılmaması veya yanlış algılanmaması gereken husus şudur ki, yukarıda yer alan alıntı ile örneklenen zihniyet, “günümüzün değerleri bakımından” demodedir. Halbuki erken cumhuriyet döneminde, devletin temeli olan “ulusun”, hukuki ve kurumsal anlamda inşa edilmesini konu edinen süreçte; farklı ulusların varlığının yadsınması, Türkiye’nin temelinde kurulduğu ulus-devlet akımının kaçınılmaz olarak benimsediği duruşu yansıtır. Bizatihi çoğunlukla Atatürk’ün fikirlerinden teşekkül eden, Afet İnan’ın derleyip yayıma hazırladığı “Medeni Bilgiler” kitabında, aynı minvalde olan şu ifadelere yer verilmektedir:

Bugünkü Türk milleti siyasi ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlanmız vardır. Ancak geçmişin zorba dönem ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti, gerici beyinsizden başka hiçbir millet bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmamıştır. Çünkü bu millet evladı da tüm Türk topluluğu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, kader ve şahıslarını Türk milliyetine vicdani arzulanyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı düşüncesiyle bakılması, medeni Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?” [37]

            Değinilen sorunsalın sebep olduğu hususlara değinilecek olursa, Türkiye’de yıllarca kasıtlı olarak dillendirilmemiş, dillendirildiğinde de bir düşünce suçu teşkil ederek ceza konusu olmuş bir Kürt sorunu vardır[38]. Bu da, azınlıklar meselesinin Türkiye’deki ifade özgürlüğü sorunu bağlamında hatırı sayılır bir yerinin olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, bu yoksayma durumunu fikirleriyle pekiştiren birçok müellife,  Anayasa Mahkemesi de özellikle 90’lı yıllardaki içtihatlarıyla katılmaktadır[39].

            Fiili olarak yahut yeni bir statü ihdas ederek azınlıkların tarih boyunca ihmal edilmiş kimi kültürel hakların öznesi olmalarını sağlama fikri, çok da yeni değildir. Türkiye, bu doğrultuda akdedilen kimi uluslararası sözleşmelere (1990 – Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı, 1976 – Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme vb.) bilhassa 2000’li yıllarda taraf olmuştur. Gel gelelim bu sözleşmeler Türkiye’nin ülkedeki azınlıkları, bu yönleriyle hak öznesi kılması için ya fazla soyut kalmaktadır; ya da Türkiye bunu gerektiren hükümlere Anayasa ve Lozan Antlaşması’na atıfla çekince koymuştur. Başbakanlık bünyesindeki İnsan Hakları Danışma Kurulu’ndan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ve Prof. Dr. Baskın Oran’ın 2004 yılında hazırladığı “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu” da azınlıkların haklarını temin etme savıyla, doğrudan siyasi iktidara hitap eden bir metindir[40]. Vaktiyle hem geri çevrilmiş hem de ikili için ceza davası açılmasına neden olmuştur.

            Azınlıkların, azınlık oldukları için hak öznesi olmalarına dair karşıt görüşler de ileri sürülmektedir. Ancak bu görüşler de çoğu zaman “birlik, beraberlik, kader birliği” gibi bütünleştirici değerlere referans vermek suretiyle zımnen türdeşlik vurgusu yapmaktan ileri gitmemektedir. Kanımca bu karşıt görüşler içerisinde dikkate değer tek argüman, bir müellif tarafından dile getirilen; ülke insanının bilincine dair olumlu niyetler içeren, biraz popülist olduğu da söylenebilecek şu cümlelerle ifade edilmektedir:

            “Halkın birlikte yaşama, ak ve kara günü birlikte paylaşma, dayanışma, birlikte    üretme, birlikte zenginleşme ve çağdaşlaşma iradesini güçlü bir biçimde taşıyan             ülkenin asli unsuru olan alt kültürler, kendilerini tali unsur haline getirmeye ve daha       sonra da farklılıkları kurumsallaştırmaya izin vermezler” [41]

            Her ne kadar yukarıda belirttiğim zımni türdeşlik vurgusunu içeriyor olsa da, “alt kültür” diye tabir edilen azınlıkların, kendilerini izole bir yapıya bürüyerek “farklılıklarını kurumsallaştırmalarının” sakıncalı olduğuna dikkat çeken bu görüşün kısmen haklı olduğu kanaatindeyim. Zira bu durum anayasal eşitlik ilkesi ile örtüşmeyen ve kopuklukları daha da derinleştiren neticeler doğurabilir.

            Son olarak, azınlık gruplarının tarihte furya uyandırmış olan dini ve ulus/etnik azınlıklardan ibaret olmadığını belirtmek gerekmektedir. Azınlıkların sadece bunlardan ibaret sanılması, azınlık tanımı üzerine oydaşmaya varılamamış olmasıyla da alakalıdır. Azınlık olgusunun söz konusu olduğuna dair parametre üretmeye çalışanların bir kısmı, topluluğun üyelerinin kolektif bir iradeyle varlıklarını sürdürmek için dayanışma göstermesini aramaktadır. Bu parametrenin geçerli olduğunu varsaydığımızda, sayıca az ve dezavantajlı konumda olan birçok grup, “azınlık” statüsüne dahil edilemeyecektir. Halbuki bağlamına göre bir çocuk bile yaş ve kişilik hakları bakımından azınlık sayılabilir. Bunun yanı sıra, cinsiyet, cinsel yönelim, hatta kanaatimce ideoloji mensubiyeti bile bağlamına göre özneyi “azınlık” olarak nitelendirebilmemizi gerektirebilir. Bunun yanı sıra, kavramın etimolojisine zıt olarak “sayıca üstün olan” azınlıkların varlığını öne sürenler de olmuştur. Bazı boyutlarıyla kadınların toplumdaki durumu öyledir; Afrika’daki Apartheid rejimindeki halkın durumu da bu şekilde nitelendirilmektedir.

SONUÇ

            Bir devrimi ve onun getirdiklerini tam anlamıyla sahiplenmiş olmak için onun kaçınılmaz veya daha doğru politikalarla kaçınılabilir yan etkileri de ortaya konulmalıdır. Zira her fırsatta belirtildiği gibi; bir şeyi (olguyu, değeri vb.) sahiplenmek ve yükseltmek, onu tahlil ederken eleştirmekten geçmektedir. Bu bakımdan, Türk İnkılâbı adına en tartışmalı ve en karmaşık noktalardan birini teşkil eden azınlıklar meselesini doğru şekilde tahlil etmek adına öncelikle azınlık olgusunun insanlık tarihinin her segmentinde kaçınılmaz olarak var olduğunu, yeni çağda kavramsallaştırılıp ulusların ortaya çıkışıyla da iyiden iyiye literatüre oturduğunu, bir statü halini aldığını dikkate almak gerekmektedir. Kanımca, azınlıklarla ilgili hasıl olan problemlerin birçoğu, azınlık olgusunun her toplumda kaçınılmaz olarak var olacağını ve asla tam anlamıyla ortadan kaldırılamayacağını kabullenmemiş olmaktan ileri gelmektedir.

            “Türkiyede herkes eşittir, azınlık yoktur.”[42] gibi arkaik ve radikal savlar, kimi zaman bir nebze bilimsel kılınmaya çalışılmış ve Lozan Antlaşması’nın sadece gayrimüslimlere bir azınlık statüsü sunduğu belirtilerek onun dışındakilerin azınlık olmadığı şeklinde, halihazırda gündemde olan müslüman azınlıkların varlığını yadsıyan stratejik fikirler ileri sürülmüştür. Bu tezler, yok sayılan azınlık sorununun var olduğunu dramatik ve paradoksal olarak her geçen gün daha da gözler önüne sermekle birlikte, azınlık-çoğunluk ayrımını yok saymak suretiyle de yine paradoksal bir şekilde bu sorunu derinleştirmektedir. Ek olarak, azınlık sorununu gündeme getirerek Türk İnkılâbı ve sonrasındaki zaman diliminde azınlıklara yönelik ayrımcı de jure yahut de facto müdahaleleri eleştirmek, erken cumhuriyet dönemine külliyen rövanşist açıyla yaklaşan Post-Kemalizm akımının “hararetini” de sönümlendirerek bu tartışmaları daha bilimsel bir zemine çekebilir.

DİPNOTLAR

[1] Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, s. 17.

[2] Mehmet Akad, Bihterin Vural Dinçkol, Nihat Bulut, Genel Kamu Hukuku, İstanbul: Der Yayınları, 2018, s. 9.; Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi – Anayasa Hukukuna Giriş, İstanbul: Say Yayınları, 1981, s. 28.

[3] Alper Işık, Türkiye’de Ulus-Devlet ve Gayrimüslim Azınlık, İstanbul: On İki levha Yayınları, 2016, s. 18.

[4] Işık, s. 14.

[5] Halkın çoğunluğunun Katolik olduğu Fransa’da, Katolik Fransız İmparatoru 4. Henry’nin çıkarttığı 1598 tarihli “Nantes Fermanı”nda Protestanlara ibadet özgürlüğü tanındığı belirtilmektedir. (Işık, s. 17.)

[6] Akad, s. 121.

[7] a.g.e., s. 120.

[8] a.g.e., s. 122.

[9] Oran, s. 30.

Eğer kan temelli objektif bir ulus anlayışı söz konusuysa, azınlığın benimseyerek üst kimliğe dahil olma olanağı da yoktur. Bu durumda “Ulus”tan olmayanlar alt insan olarak kabul edilebilir, yok sayılabilir, sürgün edilebilir, mübadele edilebilir yahut en acı muamele uygulanmak üzere; yok edilebilir.

[10] Örn. ABD ve İsviçre (https://turkinkilabi.com/ozel-roportajlar/alper-isikla-roportaj/ Erişim 25.06.2022, 5. soru)

[11] Oktay Uygun, Demokrasi, İstanbul: On İki Levha Yayınları, 2014, s. 214.

[12] Alper Işık: “‘Hâkimiyet ulustadır.’ demeden bir demokrasi kurmak mümkün değil. Monarşilerde bile hâkimiyetin pratikte ulusta olduğu bir dönemdeyiz. Demokrasi tabii ulus-devletin hiç ortada olmadığı bir dönemde, Atina’da doğmuş ama sonra yüz yıllar boyunca sessizliğe gömülmüş, ulus hâkimiyeti düşüncesiyle tekrar tarih sahnesine dönmüştür.” (https://turkinkilabi.com/ozel-roportajlar/alper-isikla-roportaj/)

[13] Bülent Tanör, Kuruluş-Kurtuluş, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2017, s. 352.

[14] J. Stuart Mill, Demokratik Yönetim Üzerine Düşünceler; Doğru ve Sahte Demokrasiye Dair: Herkesin Temsili ve Yalnızca Çoğunluğun Temsili, Çev.  Özgüç Orhan, İstanbul: Pinhan Yayınevi, 2017, s. 180. 

[15] Server Tanilli, Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz? İstanbul: Say Yayınları, 1989, s. 12.

[16] “Türkiye’de kimi kalemler, kimi politikacılar, hatta devletin en yüce makamlarına değin çıkabilmiş kimi kişiler, bir yandan ‘batılılaşma’ şarkıları söylerken, öte yandan Batı demokrasisini ‘öz’ünden boşaltarak alır ve bunun da ülkemizin ‘kendine özgü’ koşullarının bir gereği olduğunu söylerler.” (Tanilli, s. 16.)

[17] Daha sonra bahsedileceği üzere, bunların son döneme kadar modern anlamda azınlık grupları olduğu hususu tartışmalıdır.

[18] Kimi otoriter müdahalelerin derin etki yarattığını, Türkiye’de demokrasinin hala konsolide olamamasında payı olduğunu dile getiren yazarlar da vardır.

[19] https://turkinkilabi.com/bihterin-vural-dinckolla-roportaj/ (3. sorunun yanıtı, Erişim: 26.06.2022)

[20] İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, İstanbul: Cedit Neşriyat Yayınevi, 2008, s. 309, 451’den aktaran Işık, s. 42-43.

[21] a.g.e., s. 47.

[22] a.g.e., s. 58-59.

[23] Rıdvan Akın, Türk Siyasal Tarihi, 1908-2000, İstanbul: On İki Levha Yayınları, 2019, s. 102; Tanör, s. 106-107.

[24] Işık, s. 62.;  Bilal Eryılmaz ve Mücahit Bektaş, Lozan Perspektifinden Türkiye’de Azınlık Politikaları, Marmara Üniversitesi Siyasi Bilimler Dergisi, 5 (2), 2017, s. 28.

[25] Bilal Eryılmaz ve Mücahit Bektaş, s. 28-29.

[26] “Madde- Türkler, Kürtler ve Lazlar müstesna olmak üzere dışarıdan gelecek olan Müslüman muhacirlerle yabancıların milli köy ve mahalle kurmalarına müsaade edilmeyecektir.” (Ömer Erden, Ziya Gökalp’in 1924 Anayasası ile İlgili Çalışmaları, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 29, 2013, 59.)

[27] “Adana muallim mekteplerinde Nusayri (Arap Alevisi) talebe çoktur. Türkten başka unsurlara mensup olan bu talebe yarın muallim olarak Türk mekteplerinde öğretim yapacaktır. Nusayriler, diğer mekteplere de nüfuslarına nispetle Türklerden daha fazla rağbet etmekte ve mekteplere girmek yolunu bulmaktadırlar. Bu gözlem, maarif siyasetimizin mühim bir noktasının aydınlatılmasını lüzumlu kılıyor. Bir prensibe bağlanmak üzere Maarif Vekaleti’nin şu esasları hazırlaması uygundur. 1) Biz, aramızdaki Türk olmayan unsurları kültürümüzle yenerek özümleyecek miyiz, yoksa ihmal mi edeceğiz? Bu iki fikre göre onları okutmak mı uygun olur, yoksa aksi mi? 2) Türkten gayrı unsurlardan muallim kullanmak doğru mu, bunlardan yeni muallim yetiştirmeli miyiz? Bu doğru değilse, mevcutları ve mekteptekileri ne yapacağız?” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Ankara: Kaynak Yayınları, 2009, s. 38.)

[28] “İlerleyen dönemde sırasıyla Yahudi, Ermeni ve Rum azınlıklar dilekçeleriyle aile ve şahıs hukuku konularında ayrı hükümlere bağlı olma ihtiyacı duymadıklarını Adliye Vekaleti’ne bildirdiler. Dolayısıyla kendi topluluklarına kendi dini hukuklarının uygulanmasından da vazgeçmiş oluyor, Türk hukukunda yürürlüğe konacak olan medeni hükümlere dair kanuna bağlanmak istediklerini belirtiyorlardı.” (Doğukan Temizel, Hukuk ve Edebiyat Yazıları; Çağdaş Türk Hukukunun Doğuşu: Türk Hukuk Devrimi, İstanbul: On İki Levha Yayınları, 2021, s. 94-95.)

[29] Uğur Serçe, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş Döneminde Azınlık Politikaları, History Studies, 11 (5), 2019, s. 1688.

[30] a.g.e., s. 1688.

[31] Bkz. Cemil Koçak, Ayın Karanlık Yüzü; Tek Parti Döneminde Gayrimüslim Azınlıklar Hakkında Açılan Türklüğü Tahkir Davaları, İstanbul: Alfa Yayınları, 2018, s. 87

[32] https://turkinkilabi.com/ozel-roportajlar/alper-isikla-roportaj/ (11. soru)

[33] Bu isyanların en büyüğü, yarı irticai/dinsel ve yarı etnik karakterli (Kürt milliyetçiliği temelinde) vuku bulan Şeyh Sait isyanıdır. Bu isyanın doğurduğu koşullar, özgürlüklere ağır bir müdahale teşkil edecek olan Takrir-i Sükun Kanunu’nun hasıl olmasına yol açmıştır. (Bkz. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 247-251.)

[34] https://turkinkilabi.com/ozel-roportajlar/alper-isikla-roportaj/ (6. soru)

[35] Hüsnü Merdanoğlu, Kemalizm ve AB’nin Çelişkisi, Antalya: Yeniden Anadolu ve Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 2006, s. 103.

[36] Mustafa Kemal Atatürk, Medeni Bilgiler, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınlaarı, 2010, s. 46.

[37] Tolga Şirin, Türkiye’de Düşüncenin Tutsaklığı 2 – İfade Özgürlüğünün Yeşili, İstanbul: Tekin Yayınları, 2021, s. 348.

[38] Örnek olarak bkz. AYM, 1996/1-E. 1997/1-K. 14.02.1997-T.,

[39] Özet Metin için bkz. https://www.ab.gov.tr/p.php?e=33446 (Erişim 27.06.2022)

[40] İlker hasan Duman, Azınlık Hakları ve Lozan Antlaşması, TBB Dergisi, 57, 2005, s. 320.

[41] Oran, s. 205

KAYNAKÇA

-Akad, Mehmet, Bihterin Vural Dinçkol ve Nihat Bulut, Genel Kamu Hukuku, İstanbul: Der Yayınları. 2018.

-Akın, Rıdvan, Türk Siyasal Tarihi, İstanbul: On İki Levha Yayınları, 2019.

Atatürk’ün Bütün Eserleri – 25. Cilt, Ankara: Kaynak Yayınları, 2009.

-Atatürk, Mustafa Kemal, Medeni Bilgiler / Türk Milletinin El Kitabı, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2010.

-Ceylan, Şule Şahin (Ed.), Hukuk ve Edebiyat Yazıları, İstanbul: On İki Levha Yayınları, 2021.

-Dahl, Robert A., Demokrasi Üzerine, Çev: Betül Kadıoğlu, İstanbul: Phoenix Yayınevi, 2017.

-Duman, İ. Hasan, Azınlık Hakları ve Lozan Antlaşması, TBB Dergisi, 57, 2005, 307-321.

-Erden, Ömer, Ziya Gökalp’in1924 Anayasası ile İlgili Çalışmaları, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 29, 2013, 47-71.

-Eryılmaz, Bilal ve Mücahit Bektaş, Lozan Perspektifinden Türkiye’de Azınlık Politikaları (1923-2016), Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, 5 (2), 2017, 25-50.

-Işık, Alper, Türkiye’de Ulus Devlet ve Gayrimüslim Azınlık, İstanbul: On İki Levha Yay., 2016.

-Koçak, Cemil, Ayın Karanlık Yüzü, İstanbul: Alfa Yayınları, 2019.

-Merdanoğlu, Hüsnü, Kemalizm ile AB’nin Çelişkisi, Antalya: Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 2006.

-Mill, J. Stuart, Demokratik Yönetim Üzerine Düşünceler, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2017.

-Oran, Baskın, Türkiye’de Azınlıklar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.

-Serçe, Uğur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Azınlık Politikaları, History Studies, 11 (5), 2019, 1687-1707.

-Şirin, Tolga, Türkiye’de İfadenin Tutsaklığı – İfade Özgürlüğü’nün Yeşili, İstanbul: Tekin Yayınevi, 2021.

-Tanilli, Server, Devlet ve Demokrasi – Anayasa Hukukuna Giriş, İstanbul: Say Yayınları, 1981.

-Tanilli, Server, Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz? İstanbul: Say Yayınları, 1989.

-Tanör, Bülent, Kuruluş – Kurtuluş, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2017.

-Uygun, Oktay, Demokrasi – Tarihsel, Siyasal ve Felsefi Boyutlar, İstanbul: On İki Levha Yayınları, 2014.

-Zürcher, E. Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.

İNTERNET KAYNAKLARI

https://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/%c5%9e%c4%b0M%c5%9eEK-Halil-T%c3%9cRK-%c4%b0NKIL%c3%82BI-VE-AZINLIKLAR.pdf

Alper Işık’la Röportaj

Bihterin Vural Dinçkol’la Röportaj

Türk İnkılâbı Ekseninde Diktatörlük, Atatürk ve Kemalizm