Türk İnkılâbı Ekseninde Diktatörlük, Atatürk ve Kemalizm134 min read

Sosyal bilimciler, gazeteciler veyahut siyasetçiler arasında yıllardır tartışılagelmiş ve gündeme getirilmiş bir konudur. Mustafa Kemal Atatürk’ün bir diktatör olup olmadığı, kimi zaman ona hakaret maksadıyla söylenmiş, kimi zaman bilimsel tartışmalara konu olmuştur. Kimi zaman ise bunun gibi yazıların konusu olmuş ya da bağlantılı bir içerikte değinilmiş bir nokta olarak ortaya çıkmıştır.

Bu yazımda yerli ve yabancı tarihçilerden, hukukçulardan, siyaset bilimcilerinden, sosyologlardan ve bu kişilerin ortaya koydukları kaynaklardan da istifade ederek zengin, öğretici ve okuyanı tatmin edici bir içerik oluşturmaya, bir tez öne sürmeye çalışacağım.

Yazıda öncelikle diktatörlüğün ne olduğunu ortaya koyacağım, ardından Türk İnkılabı sürecinden bahsedeceğim ve bu vesileyle diktatörlük kuramı yönünden; 1- Kemalist rejimin niteliğini ve  2- Atatürk’ün şahsını inceleyeceğim. Bunu yaparken Atatürk’ün iktidarın kullanılmasında pay sahibi olduğu dönemlerdeki önemli noktaları değerlendireceğim. Son olarak da bu kavramın Atatürk için kullanılıp kullanılamayacağı üzerine, kendisinin karakterini, liderliğini, iç dünyasını, misyonunu ve saikini göz önüne alarak tartışacağım.

İlk olarak “diktatör” kavramı ile ilgili bilgi vermek icap eder; zira çoğu insan, yıllarca yafta olarak kullanılan bu kelimeye ilişkin, başta tarihsel kökeni olmak üzere, pek bilgi sahibi değildir.

Diktatör Kavramının Tarihsel Kökeni [1] [2] [3]

Romada Diktatörlük

“Diktatör” yani -öz yazılışıyla- “dictator” sözcüğü, menşeini Latince dilinde bulmakta, Roma Devleti’nin M.Ö 6. yüzyılından itibaren bir anlam ifade etmektedir.

Sözcüğün etimolojik kökeni olarak, yüksek sesle söylemek, yazdırmak anlamını taşıyan “dictare” sözcüğü öne sürülmektedir.

Tarihte diktatör ilk kez, cumhuriyet dönemi Roma’sında ülkeyi yöneten bir konsülün (consul), savaş ya da karışıklık gibi olağanüstü bir durumda bir diğer konsüle, bu duruma ilişkin kullanmak üzere üst düzey yetki vermesi sonucu görülen olağanüstü ve geçici (azami 6 ay) bir mevki olarak yer buldu. Diktatörün, olağanüstü durumun ortadan kalkmasının akabinde mevkiyi iade etmesi beklenirdi.

Yani Roma’da diktatörlük, olağanüstü durumlarda aktifleşen, üst düzey yetkiler barındıran hukuksal bir mevkiydi ve yasayla ihdas edilmişti. Bu arada, Roma’daki diktatörlüğün ayrıca askeri yetkilere haiz olduğunu da belirtmek gerekir. Cumhuriyetin son dönemine doğru yetkilerinin kademeli olarak azaldığı görülür.

Peki sözcük, çoğu kimsenin bildiği anlama nasıl ulaşacaktır? Bu hususta ayrı ayrı önem taşıyan, diktatör kelimesine resmen yeni bir anlam katan Lucius Corlenius Sulla ve Julius Caesar’ın, askeri darbeler yaparak tüm yetkileri bu makam ile birlikte kullandıklarını görürüz. Ancak günümüz anlamındakini karakterize eden diktatörlük, Caesar’ınkidir. Zira Sulla’dan farklı olarak Caesar, bu makama atanmış; normalde azami 6 ay müddetle alacağı bu mevkiyi, öncelikle bir yıl, daha sonra on yıl için; en sonunda ömür boyu kalmak üzere almış ve daha köklü etkiler bırakmıştır.

Nihayet, Caesar’ın ölümünün -doğal olarak diktatörlüğünün sona ermesinin- ardından, Roma’daki klasik diktatörlük mevkisinin yasayla kaldırıldığını görürüz. Böylece hukuksal bir makam olarak diktatörlük, tarih sahnesinden Caesar ile birlikte inmiştir. Aynı zamanda hukuk dışı bir makam olarak da sonrasında Caesar ile anılacaktır. Bundan mütevellit “Sezarizm” kavramı da anayasal düzenin, öne çıkan bir otorite tarafınca yıkılması olarak öne sürülür. Caesar, kavramın anlamını değiştirmiş, yaptıklarıyla ona yeni bir anlam katmıştır.

Roma’nın Ardından Günümüze Doğru Anlam Değişimi

Diktatör kavramının tarihle edinmiş olduğu “gayrimeşruluk” niteliğinden yola çıkarak; Medici’lerin ardından Floransa’da iktidarı ele geçiren teokrat rahip Savonarola, İngiltere  meşruti monarşisine bir tür “devre arası” verdirerek İngiltere tarihindeki tek başarılı askeri darbeyle başa gelen ve kısa süreli bir cumhuriyet rejimi kurmuş olan Cromwell, Fransa’da monarşi karşıtı bir ihtilalin önderliğini üstlenen ve bu uğurda çok kan dökmüş olan Jakoben kulübünün kurucusu Robespierre, yine Fransa’da halihazırda cumhuriyeti yıkarak imparatorluğunu ilan eden Napolyon ve ardından gelen II. Napolyon gibi birçok örnek verilebilir. Örneklerin gerçekleştiği tarihsel koşullar dikkate alınınca, diktatörlüğün, devlet  ve siyasal iktidar kavramlarının teorize edilmesi (kuramlaştırılması) ışığında daha teknik bir hal almaya başladığı, zamanla bir yönetim biçimini ifade ettiği görülür. Elbette bir yönetim biçimi olarak anılması, diktatörlüğe bir meşruluk kazandırmayacaktır.

Tüm bu örnekler, bir yandan akla Antik Yunan Devleti’ndeki “tiranlığı” getirir. Tiranlık, M.Ö 7. ve 6. yüzyıllarda Yunanlılarda görülen tek kişi yönetimidir. Etimolojik olarak “şef” anlamına gelen tiranlığın -Antik Yunan tarihi deneyiminden itibaren- siyasal iktidar sahibinin zorbalığı, terör yaratması ve iktidarı kötüye kullanması ile oldukça ilişkilendirildiği, bu bakımdan zamanla birçok varyasyon kazanmış olan diktatörlüğün olası niteliklerinden sadece bir tanesi üzerinden anıldığı ortadadır. Keza Yunan tiranlarının aşırılıklarından ötürü; zamanla tiranlık, otokrasinin yanı sıra acımasızlık ve despotlukla anlamdaş olarak kullanılmıştır.

“Acımasız diktatör”, “Eli kanlı diktatör” veya “despot” gibi kelime ve tamlamaların günümüzdeki söyleme hiç de yabancı olmadığı, tarihte çoğu zaman belli başlı kişiler için kullanıldığı düşünülürse fark edilir ki; çoğu zaman dünya toplumlarının genelindeki diktatör izlenimi ile tiranlık arasında fark yoktur.

Nihayet, cumhuriyet öncesi Türk tarihine de değinmek gerekirse; anayasal gelişmelerin, bir anayasanın oluşumuna uzandığı dönemi ele almak daha doğru olur. 1876 yılında  “Kanun-i Esasi” olarak anılan Osmanlı Anayasası ile yetkilerini kısıtlayan II. Abdulhamit’in 1878’de meclisi tatil etmesinin ardından, parlamentolu monarşi döneminin askıya alındığı ve anayasa ve diğer kanunlarla tanınmış olan birçok özgürlüğün kısıtlandığı bir istibdat devrinin 30 yıl boyunca sürdürüldüğü görülür. Mithat Paşa’nın “teşvikiyle” kendi kurumuna getirdiği bu anayasal kısıtlamanın ardından bu kısıtlamaya uymayan ve paranoyak-baskıcı-otokratik bir yönetim izleyen Abdulhamit’in, bu bakımdan teknik anlamıyla diktatör olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Aynı şekilde, demokratik 1908 Devrimi’nin mimarları, “bu vatan nasıl kurtulur” parolasıyla yola çıkmış olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ve önde gelen isimlerinin de daha sonrasında bir güç zehirlenmesi yaşayıp parti içi diktatörlükle birlikte var olan bir tür parti diktatörlüğü kurduğu söylenebilir. Sopalı seçimler (1912) ve Bab-ı Ali baskını (1913) gibi olaylar, İttihat ve Terakki’nin anayasal devriminin sapmalarıdır.[4] Ayrıca İttihat ve Terakki; ulusçu, laik, ilerici bir zihniyette olmasına ve 1908 devriminin nihai olarak klasik parlamenter rejimi getirmesine karşın; cemiyetin parti halini almasının ardından, partinin iktidarda bulunduğu süreçte “demokratik bir düzen” vadettiği söylenemez.

Sosyal Bilimsel-Teknik Anlamıyla Diktatörlük

Kavramı tarihsel geçmişinin ve dönüşümünün ışığında inceleyecek olursak, doğrudan, sınırları kesin ve belirli bir biçimde tanımlanamayacak bir “söylem” olduğu sonucuna varırız.

Yine de genel geçer, nispeten kapsayıcı bir tanımlama yapmak, kavramın zihinde oturması açısından yararlı olacaktır:

Diktatörlük, gayrimeşru olmak kaydıyla, devletin, bir kişi veya grubun sınırsız hakimiyeti altında olması durumudur.

Bu tanımı yukarıya iliştirmenin ardından, yazının devamı için işe yarayacak düşünce ve kuramları  inceleyelim.

– Max Weber[5]

Şayet diktatörlüğe ve de Atatürk’ün şahsına dair bir değerlendirme yapacak isek, Weber’in otorite-meşruluk kavramlarından ve “karizma”dan bahsetmek durumundayız. Öncelikle Weber, otoriteyi iktidarın meşruiyetine dayandırır. Yani iktidar ile otoriteyi ayırır; iktidarı salt bir yönlendirme kabiliyeti olarak ele alırken; otoriteyi ise “meşruluk kazanmış iktidar” diye tanımlar. Bu durumda otorite, iktidarın bir çeşididir. Weber’in, meşruiyetin kaynağına göre belirlediği otorite ayrımları, siyaset bilimi ve sosyolojide büyük önem taşımaktadır, bu ayrım kendisinden sonraki dönemlerde de değerini korumuştur.

Tiplerden ilki rasyonel(ussal)-yasal otoritedir. Otoritenin meşruluğunu, egemen olanları da bağlayan normlar sağlamaktadır. Yasaya uygun olarak seçilen ve yetkisini yasaya uygun olarak kullanan kişilerin buyruğunun dinlenmesi akla uygundur. Gayrişahsi ve kurumsal nitelikteki kurallara dayanan otorite, daha sonra özellikle demokrasi ile, keza hukuk devleti ile birlikte anılmıştır. Yasaların meydana getirdiği, hiyerarşik, sistematik ve disiplinli bir düzen olarak bürokrasi, Weber’in tanımıdır ve bu otorite tipi içerisinde mevcut olduğunu görmek mümkündür.

İkinci tip geleneksel otoritedir. Tarihte bulunmuş geleneksel yapı ve kurallara dayanan bir meşruluk anlayışı vardır. Kadim zamanlardan beri süren bu anlayışta geleneksel kuralların, ve liderin buyruklarına uymak da geleneksel bir kuraldır. O halde otoritenin mevcudiyeti de geleneksel bir kural teşkil etmektedir. En tipik örnekleri kabile şefliği ve monarşidir.

Karizmatik otorite, üçüncü tip olup, aynı zamanda tipolojinin “karizma” kavramı aracılığıyla çığır açtığı noktadır. Dayanak, öncesinde mevcut olan geleneksel kurallar ve yapı olmadığı gibi, oluşturulmuş gayrişahsi normlar da değildir. Burada meşruluk, doğrudan doğruya otorite sahibinin karizmasına dayanmaktadır. Burada sözü geçen karizma, bir kişinin kahramanlığının, keramet sahibi olmasının etkisiyle, yönetme vasfına da haiz olduğuna dair insanlarda algı uyandıran şahsi nitelikleridir. Diktatörlükten veya liderlikten söz edileceği zaman bu otorite tipinin anıldığı sıkça görülür. Devamlılığı liderin aktif icraatine bağlı olan, siyasal ve sosyal buhranlarda ortaya çıkan; ihtilal ve devrimden ayrı düşünülemeyen ve çabuk ortadan kalkmaya meyilli bir meşruluk söz konusudur. Geçici ve şahsi nitelikte olmasından ötürü, zamanla diğer otorite tiplerine dönüşümü öngörülmektedir.

– Juan J. Linz[6]

Öncelikle, İspanyol sosyolog ve siyaset bilimci Linz, antidemokratik rejimlerin kategorize edilmesi adına en çok atıf yapılan “Totaliter ve Otoriter Rejimler” isimli eserin yazarıdır. Bu eser, totaliter ve otoriter rejimleri ilk kez ortaya koymamış olup, iki antidemokratik rejim tipinin karşılaştırılmasının yanı sıra alt tipler ve farklı rejimlerin tanımlarını da içermektedir. Ayrıca 20. yüzyıldaki devletlerin hangi rejimlere dahil olduğunu da göstermektedir.

Linz’in “diktatör” kelimesini kullanmaktan imtina ettiğini vurgulamak gerekir. Kendisi diktatörlüğü, ilk kez Roma’da düzenlenmiş olan haliyle ele almakta, olağanüstü dönemlerde olağanüstü yetkilere anayasal olarak sahip olma hukuki-siyasal durumunu da bundan yola çıkarak diktatörlük olarak anmayı sürdürmektedir. Ayrıca Linz “diktatörlüğü”, ekseriyetle diğer yönetim biçimlerine giden bir köprü olarak tanımlar.

Linz, diktatörlük rejimlerini “demokrasi” ölçütüyle ele almış ve buna göre sıfırlandırmıştır. Bu sınıflandırmayı yaparken de kendi dönemine kadar var olan rejimleri analiz etmiştir. O halde demokrasinin ne olduğu bahsi ön plana çıkar. Yazar demokrasiler arasında büyük farklar olduğunu yadsımamakta, hatta Federal Almanya, Birleşik Krallık ve Lübnan gibi örneklerin farklılıklarını sunmakla birlikte, bundan öncesinde demokrasi ve demokratik devletler üzerine araştırma yapmış kimi sosyal bilimcilerin (Robert A. Dahl, D.A. Rustow gibi) ortaya koydukları verilerden ve tanımlamalardan yararlanarak analizlerini zenginleştirmektedir. Ek olarak Giovanni Sartori, Hans Kelsen, Joseph A. Schumpeter ve Robert Dahl’ın çalışmalarından yola çıkarak da kapsayıcı bir demokrasi tanımı yapmaktadır.

“Bir devletteki sosyal yapıyı ve sosyal ilişkileri tanıma sokmadığımız taktirde, demokratik hükümet sistemini tanımlamak nispeten kolaydır: Liderler arasında serbest yarışmayı gerçekleştirmek üzere, dernek kurma, haber alma ve haberleşme temel hürriyetlerinde dayanarak, siyasal tercihlerin serbestçe ifadesine imkan veren sistemlere demokratik sistemler adını veriyoruz (…) Teorik olarak, iktidar yarışmasının partiler olmaksızın da örgütlendirilebileceği düşünülebilir; ancak uygulamada, siyasal partilere sahip olmadığı halde şartlarımızı gerçekleştirebilen hiçbir sistem bilmiyoruz.”

Bu tanıma tam olarak uyum gösteren, tüm unsurları içeren devletler, aralarında değişik yönlerden birçok farklılıkların bulunmasına rağmen demokratik olma niteliğini taşımaktadırlar.

Linz, demokratik rejimin niteliklerini ortaya koyarak başladığı esere, eserin esas konusu olan antidemokratik rejimleri ele alarak devam etmektedir. Şimdi, kısaca kendisinin totaliter ve otoriter rejimlere dair tanımlamalarını genel hatlarıyla ortaya koyalım.

Totaliter rejimin nitelikleri olarak öngördüğü, hepsinin bir arada bulunması gereken unsurlardan ilki, kurumlar ve gruplar arasında organik bir çoğulculuğun (plüralizm) bulunmamasıdır. Burada organiklikten kasıt; suni olmamak, başka bir deyişle devlet tarafınca yaratılmamış olmaktır. Siyasal süreci etkileyebilen farklı niteliklerdeki grupların mevcudiyeti toplum dinamiklerinden doğabiliyorsa, burada bir totaliter rejimden söz etmek mümkün değildir. İkinci unsur ise bir ideolojinin var olmasıdır. İdeolojiyi Linz, aydınlar veya sözde aydınlarca ortaya konmuş, fikri bakımdan işlenip örgütlendirilmiş düşünce sistemleri olarak tanımlar. Totaliter rejimlerde de,  partinin aracılığıyla bir ideoloji ortaya konur ve yürütülen politikalar bakımından hem bir meşrulaştırma amacı hem de rehber olma işlevini görür. Bu ideoloji, pragmatik politikalara mahal verecek bir hareket alanı sağlamaz; doktrin boyutuna varacak düzeyde kapsamlıdır. Üçüncü asgari unsur ise mobilizasyondur. Totaliter rejimlerde mobilizasyon büyük ölçüde mevcuttur. Vatandaşların sosyal faaliyetlere ve siyasal görevlere katılımı, parti ideolojisini sindirmeleri ve rejim için işe yaramaları için kendilerinden beklenir. Parti ve genelde birden fazla sayıda olan politik gruplar toplumu yönlendirirler ve parti ideolojisini topluma aşılarlar. Önemli bir ekleme olarak, teröre ve şiddete başvuruluş sıklığı da totalitarizmin ayırt edici bir özelliğidir. Bunlar da ideoloji vasıtası ile meşrulaştırılmaktadır.

İspanyol yazar, otoriter rejimin niteliklerini ise yukarıdaki tanımlamayı yapmadan yaklaşık 10 yıl önce, İspanya’daki Franco rejimini incelerken belirlemiştir. Totaliter ve Otoriter rejimler isimli eser; otoriter rejimler bakımından totaliter rejimlerin niteliklerinin belirlenmesini konu edinir. Keza Linz, otoriter rejimi, birçok totaliter rejim tanımının zaten mevcut olmasına (40’lardan beri) karşın kendine özgü bir biçimde teorize etmiş, üstüne realiteye oldukça uyan alt tiplerini de belirlemiştir.

Otoriter rejimin niteliklerine değinmeye gelince; İlk olarak, sınırlı çoğulculuk mevcuttur. Bu çoğulculuk, her ne kadar iktidarın fiili ile oluşturulmamış (organik) olsa dahi, neredeyse sınırsız çoğulculuğu olan demokratik sistemlerin aksine, oldukça sığ bir düzey sunmaktadır. Üstelik bu çoğulculuk, hukuki veya fiili olarak iktidarca sınırlandırılmıştır. İkinci unsur ise özellikle dikkate değerdir; Linz, otoriter rejimlerde takip edilen ideolojinin mevcudiyetinden ziyade, bir zihniyetin mevcut olduğunu belirtmektedir. Zihniyet, ideolojiden farklı olarak sistematikleştirilmemiş, önceden kodlanmamış bir duygusal duruştur ve bu durumdan mütevellit, iktidarı, değişken politikalara sürükler. Üçüncü nitelik de mobilizasyonun düşüklüğüdür. Aşılanacak bir ideoloji mevcut olmadığı için devlet toplumu mobilize etmez. Yine ek olarak, iktidarın öngörülebilir bir kullanım alanının olması da otoriter rejimlere has bir durumdur.

Linz, otoriter rejimler adına yedi adet alt tip saymıştır. Her birinden ayrıca bahsetmenin, yazının bu bölümünü gereksiz yere uzatacağı kanaatinde olduğumdan ötürü, Linz’in otoriter rejim alt tiplerinden ayrıca bahsetmeyeceğim. Ek bir bilgi olarak belirtmek gerekir ki, Linz’in bu ayrımından sonra “seçimsel otoriter rejim” ve “seçimsel demokrasi” isminde rejimlerin ortaya çıkışı, her ne kadar bu tipolojiler Linz’e ait olmasa bile onun bölümünde ele alınması gereken noktalardır. Bununla birlikte her iki rejimin de tek partili rejimin ardından çok partili rejime geçmiş olan Türkiye’ye 1950’den beri sıklıkla isnat edildiğini -ve belki de uyduğunu- söyleyebiliriz. Bundan ötürü ikisini de kısaca tanımlamakta yarar vardır.

Zaman ilerledikçe demokrasinin önde gelen bir meşruluk kaynağı teşkil etmesi, dünyanın kazananı olması, esasen demokratik olma amacı/niteliği taşımayan kimi ülkelerin rejimlerini, dünya ile uyum sağlama ve muhtemelen tarihi şemada geri düşmemenin de kaygısıyla, demokrasiye ve seçimlere göstermelik bir bağlılık kazanmaya itmiştir. Bu da ortaya melez rejim tiplerini ortaya çıkarmıştır. Yukarıda sözü edilen iki rejim de bu eğilimin mahsulleridir. Siyaset bilimi profesörleri olan Larry Diamond ve Andreas Schedler’in çalışmaları, Linz’in ayrımını tamamlayıcı niteliktedir.

Bir an için demokrasiyi bir parametre olarak ele aldığımız vakit; liberal demokrasinin seçimsel demokrasiden, seçimsel demokrasinin de seçimsel otoriter rejimden “daha demokratik” olduğu su götürmezdir. Liberal demokraside olduğu gibi, seçimsel demokraside de bir yarışım söz konusu olsa da, seçimsel demokrasiler; liberal demokrasinin olmazsa olmaz ögeleri bakımından defoludur (Hukuk devleti, hesap verebilirlik, temel ve siyasal hak-özgürlüklerin korunması). Seçimsel demokrasiler ile seçimsel otoriter rejimler arasındaki fark ise, -öncekine ek olarak- seçim sürecine ilişkindir. Seçimsel otoriter rejimlerde nispeten daha gayriadil bir yarış mevcuttur.

– Maurice Duverger[7]

Fransız hukukçu ve siyaset bilimcisi Duverger, diktatörlük kavramına ilişkin bir tipoloji meydana getirmesinin yanı sıra, diktatörlüğü meydana getiren “yapı buhranları”ndan yola çıkarak diktatörlüklerin sosyolojisini de ortaya koymaktadır. Duverger’e göre, diktatörlüklerin mevcudiyetinde, devletin ve toplumun bulunduğu olağanüstü vaziyetlerin büyük bir payı bulunmaktadır. Diktatörlüklerin büyük kısmının yapısal olduğunu, özel sebeplerle oluşmuş olanların oldukça nadir ve istisnasız olarak başarısızlıkla sonuçlandığını belirten Duverger, diktatörlüğün yerleşimi bakımından konjonktürü sadece başlatıcı bir unsur, başka bir deyişle “uyarıcı iğne” olarak görmektedir.

Duverger, konuya ilişkin düşüncelerini sunduğu yıllarda (1960-1970 yılları) diktatörlüğün bir salgına dönüştüğünü, istisnai bir durum olmaktan çıktığını; niceliğinden dolayı normal bir hale gelmiş olduğunu vurgulamaktadır. Ancak salgını iki ayrı döneme ayırmıştır. İlk dönemi milattan önce 6. ve 7. yüzyıllar olarak öne sürer. İkinci diktatörlük salgın dönemi ise 1789 Fransız ihtilali ile doğmuştur ve Duverger’e göre halen etkisini yitirmemiştir. Robespierre’den Hitler’e, Mussolini’ye, Franco’ya, Salazar’a uzanan süreç ve bu son diktatörlüklerin şiddeti, dünyada meydana getirdikleri etkilere bakılırsa, en azından kendi dönemi açısından pek haksız sayılmadığı görülür. Duverger kavrama ilişkin “salgın” nitelendirmesini, diktatörlüklerin sayısından ve birbirini etkilemelerinden yola çıkarak yapmaktadır. Mussolini ile Hitler’in birbirinden, Atatürk’ün Lenin ve Mussolini’den, Peron’un ise tüm Avrupa deneyiminden etkilenmiş olduğunu öne sürerek bu savına dayanak oluşturmaktadır.

Duverger, ikinci salgının meydana getirdiği rejimlerin birçok varyasyona ayrıldığını görmüş, bu realiteden yola çıkarak analizler yapmış ve diktatörlük tiplerini ortaya atmıştır.

İlk olarak “teknik diktatörlüğün” tanımını yapar ve daha sonra da onun en önemli alt unsuru olarak “pretoryen diktatörlük” üzerinde durur. Teknik diktatörlüğü, “yerleştiği ülkede diktatörlük doğurmaya müsait bir durum olmayan, nüfusunun önemlice bir kısmının hiçbir ihtiyaç veya isteğine cevap vermeyen, sadece şiddet üzerine kurulu su katılmamış bir zulüm rejimi” olarak tanımlar. Buna örnek olarak, emperyalist bir devletin, (genelde) alt ettiği devleti sömürmeyi kolaylaştırma maksadıyla getirmiş olduğu dış (harici) diktatörlük verilebilir. Lakin belirttiğim gibi Duverger özellikle pretoryen diktatörlük üzerinde durmaktadır. Teknik diktatörlüğün en sık rastlanan ve en tehditkar şekli olarak andığı pretoryen diktatörlük, farklı bir iktidar merkezi imiş gibi hareket eden ordunun, halktan tecrit edilmiş bir şekilde iktidarı ele almasıdır. Teknik-askeri diktatörlük olarak da anılabilmektedir. Görüldüğü üzere pretoryen diktatörlük, teknik diktatörlüğün asker eliyle vuku bulan biçimidir.

Bunun haricinde Duverger, halkta karşılık bulan diktatörlük biçimi olarak da sosyolojik diktatörlüğü öne sürer. Duverger’e göre, ordunun müdahalesi her zaman pretoryen diktatörlüğün tecellisi olmamakta; kimi zaman da sosyolojik diktatörlük teşkil etmektedir.

Nihayet, Duverger’in görüşlerini de büyük oranda içeren ikili bir diktatörlük ayrımına geliyoruz: Gerici ve devrimci diktatörlükler. Duverger bu ayrımı, tarihsel şemada, evrensel bir ilerleme ölçütü bakımından; devrimlerle ilerleten yahut gerileten diktatörlük durumları için yapmaktadır. Bu ayrımın kesin olmadığını öne sürmekle beraber, ikisinin de birbirini doğurduğunu, bir diyalektik içerisinde aktıklarını da ekler. Devrimin ve gericiliğin iyi ya da kötü olduğunu ortaya koyma amacı söz konusu değildir. Söz konusu ayrım, sadece realiteden yola çıkarak yapılır.

İktidarı kullananlarca, mevcut yapıları sürdürmek ya da geçmişteki yapılara dönmek hedefi güdülmekte ise gerici diktatörlük söz konusudur. Gerici diktatörlüklerin genelde milliyetçilik temelli politika yürüttüğünü belirtir. Ek olarak da bu rejimde görmemenin pek mümkün olmadığı bir niteliği-durumu şu sözlerle anlatır:

“… Denilir ki, ‘dış tehditlere karşı koymak için güçlü bir hükümet gereklidir.’ İşte o zaman da, bir düşman tayin etmek zorunluluğu ortaya çıkar. Gerekirse bu düşman icat dahi edilebilir.”

Buna karşın devrimci diktatörlükte amaç, ülke ve toplum gelişmişliği bakımından evrensel bir çıtayı yakalamaktır. Eğer iktidarı kullananlar, tarihsel şemadaki ilerleme hareketini hızlandırmaya, eski yapılarla fikirleri yıkmaya yahut yenileriyle uyumlu hale getirmeye çalışıyorsa, devrimci diktatörlükten söz ederiz. Modernleşme kuramı ile yakından ilişkili bir tiptir.

Teknik diktatörler ekseriyetle gericidir. Bir teknik diktatörlüğün, aynı zamanda devrimci diktatörlük de olmasının tek istisnası, daha önce de bahsettiğim dış (harici) diktatörlüktür. Buna örnek olarak da Helenizmi dünyaya yayan Büyük İskender, Fransız Devrimi’nin kazanımlarını yayan Napolyon, Almanya ve Japonya’da rejime müdahaleler yapan (1945) müttefikleri öne sürmektedir. Ayrıyeten Duverger’in ne devrimci ne de gerici olarak nitelendirilebilecek bir de termidoryen diktatörlükten bahsettiği de görülür. Bu tipte, iktidarı kullananın dengesizliği veya ilerlemeci değişiklikleri korumaya dair başarısızlığı yahut yozlaşması söz konusudur.

Son olarak, Duverger’in diktatörlüklerle sosyoekonomik gelişim seviyeleri arasındaki ilişkiye dair iki noktada ele aldığı bir çıkarıma değinelim. Birincisi, iktisadi gelişme seviyesinin yükselmesi ile diktatörlük tehlikesi arasındaki ters orantı; ikincisi ise iktisadi gelişim seviyesinin yüksekliği ile, o seviyede gelen diktatörlüğün gerici olması arasındaki doğru orantıdır. Yani bir diktatörlük, ne kadar hafif bir sosyoekonomik buhranda ortaya çıkarsa o kadar gericidir. Ancak Duverger bunun bir kanun olmadığını, sadece faraziye olduğunu belirtmektedir.

– Otto Stammer[8]

Kavrama ilişkin düşüncelerini ve kategorilendirmelerini Uluslararası Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nde kaleme alan Sosyoloji ve Siyaset Bilimi profesörü Otto Stammer, yukarıdaki tanımın çizdiği sınırlar içerisinde, terimin sadece siyasal bir rejimi ifade etmekten ibaret olmadığını, ayrıca toplum yaşamında da karşılık bulduğunu ve bir siyasal davranış biçimi olarak da anılabileceğini öne sürmektedir.

Stammer’a göre, bir ülkede diktatörlüğün baş göstermesinin nedeni, o ülkede demokrasinin zayıflığı veya işlevsizliğidir. Bunlar da toplumsal sorunlar ve  ekonomik krizler gibi problemlerden kaynaklanmaktadır; bunların vesilesiyle toplumda antidemokratik güç odakları ortaya çıkar.

Stammer diktatörlüğü kategorize eder ve tarihte uygulanmış olan yönetim uygulamalarından yola çıkarak “diktatörlük tipleri”nden bahseder. Yaptığı kategorileştirmeden, diktatörlük tiplerinin genel hatlarıyla bahsetmekte yarar vardır.

-Despotik tek adam hükümranlığı: Toplumsal çalkantılar eşliğinde iktidarı ele geçirmiş bir şahsın, kişisel refah ve iktidar hırsına hizmet eden, kısa ömürlü, istikrarsız ve kök salamamış yönetimidir.

-Elit yapılı diktatörlük: Bir kişinin veya grubun yönetiminde ortaya çıkmış olabilir. Piramit şeklinde bir iktidar yapısını ifade eder. Piramidin tepesindeki iktidar kurum ve kadroları diktatörün kontrolü altındadır. Ancak diktatör, tek bir şahıs veya gruptan ibaret değildir. Spesifik özelliği olarak, yapısı gereği, muhalefete (kadrodaki iktidar mücadelesine) karşı devlet terörünü çok uygulayan bir yapıdır. (Örn. Roma’da Sulla, Augustus, Fransa’da Jakobenler, ve 20. yüzyılın başındaki Güney Amerika diktatörlükleri.)

-Totaliter diktatörlük: Bir ideolojinin topluma aşılanarak sistemli bir şekilde topluma sindirtilmesini hedef alır. Bu tip, dünyadaki uygulamaların teorize edilmiş biçimi olduğu için, uygulama ve ilke farklarından yola çıkılarak, “Faşist” ve “Komünist” sistemler olarak ikiye ayrılır. (Faşist sistemler; İtalya, Nazi Almanyası, Peron Arjantin’i, Franco İspanya’sı iken; ikinci grupta özellikle Mao ve Stalin dönemlerindeki Çin ve SSCB yer alır.)

– Oryantal despotizm: Doğu toplumlarına ilişkin karakteristik özellikler barındıran diktatörlük biçimi olarak tanımlanır. Genelde dine dayanarak bir meşruiyet oluşturmaya çalışıldığı görülür. (Örnek: İran.)

– *Anayasal diktatörlük: Anayasanın koyduğu sınırlar içinde kalınarak iktidarın kullanılmasıdır. Olağanüstü durumlarda (kriz, savaş vb.) hukuk düzenini muhafaza etme veya bozulmuş olan hukuk düzenini temin etme amacı güder. Anayasal diktatörlük, Roma’daki diktatörlüğün kuramsal olarak diriltilme çabasının sonucu olarak ortaya çıkmış bir tiptir.

Demokrasilerin içlerinde görülebilen bir diktatörlük de olabilir. Örneğin Weimar Anayasası’nın 48. maddesi, 1958 Fransa Anayasası’nın 16. maddesi, 1947 İtalyan Anayasası’nın 77. maddesi, olağanüstü durumlarda hukuk ve kamu düzenini yeniden kurmak için gereken önlemleri alma konusunda hükümetlere yetki vermiştir. Yani bu anayasalar, gerektiği taktirde geçici bir anayasal diktatörlüğe kapı aralamıştır.

Anayasal diktatörlük, Linz incelenirken de de atıf yapıldığı üzere en tartışmalı diktatörlük tipidir. Çünkü diğer diktatörlük tiplerinden ziyade, net olarak gayrimeşru olduğu ifade edilememekle birlikte yetkilerin sınırsızlığından dolayı meşruluğu da muğlaktır. Stammer, bunun diktatörlük olmasını, iktidara verilen üstün ve bazen sınırsız olan hareket imkanına bağlar. İktidarın yasal sınırlar içerisinde kalmasının imkansızlığından hareketle bunu fiiliyatta diktatörlük olarak anar ve yalnızca olağanüstü durumlarda ortaya çıktığını söylemekten de geri durmaz. Giovaanni Sartori, “anayasal diktatörlük” kullanımından ziyade, bu rejim için “kriz yönetimi” demeyi uygun görmektedir.

Stammer’ın bu tipe verdiği tarihi örnekler üç tanedir. İlki, yazının başında belirttiğim klasik Roma diktatörlüğüdür. Yasa kaynaklıdır. Bir konsülün diğerini diktatör olarak atamasıyla var olur. İkincisi, Orta Çağ İtalya’sında bağımsız bir prensin, kendi adına hareket etmesi için olağanüstü yetkilerle atadığı görevlilerin faaliyetleridir.

Yazımın da konusunu oluşturan üçüncü tarihsel örnek olarak ise Stammer, Atatürk’ün “eğitici diktatörlüğünü” belirtmekte ve bu diktatörlüğün, topluma siyasal eğitim vermek için ve bu süreçte de iktidarını sürdürebilmek için, anayasal kurallar çerçevesinde iktidarını sürdürdüğünü belirtmektedir. Yazının devamında, anayasal diktatörlüğün Atatürk’ün yönetimiyle uyuşup uyuşmadığı ele alınacaktır.


Diktatörlük deyince neyi anlamamız gerektiği konusunda bilgi edindikten sonra, Atatürk’ü ve Türkiye’yi bu kavram bakımından incelemeye başlayabiliriz.

Doğrudan Türkiye’yi inceleyen kişilerin-eserlerin çokluğu ve yetkinliği-yeterliliği karşısında, rejimi Türk İnkılabı süreciyle birlikte inceleyip değerlendirmeyi, daha sonra da bu kavramın, bir sıfat olarak Atatürk için kullanılabilirliği adına bir tez öne sürmeyi uygun gördüm.  Bundan mütevellit, yazının esas odağı ve amacı, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir rejim olduğunun tartışılmasından ziyade, Türk İnkılabı süreci ile rejim tipinin etkileşimini ortaya koymak; Türk İnkılabı’na öncülük eden Atatürk’ün şahsının ve liderliğinin; kendisinin kişilik özelliklerine de atıf yapılarak incelenmesi suretiyle diktatör olup olmadığının tartışılmasıdır. Bu süreçte doğal olarak Atatürk’ün en büyük rolü oynadığı Türkiye devlet rejimine ilişkin de değerlendirmeler yapılacaktır ve onun rejimdeki yeri de belirtilecektir. Ancak üstüne basa basa söylemem gerekiyor ki, yazının ayırt edici kısmı, tarihte yer alan bu rejimde Atatürk’ün rolünü, eylemlerini ve karakterini dikkate alarak saik ışığında diktatör sıfatını alıp almaması gerektiğine dair bir fikre varma çabasıdır. Bir kişiye diktatör denip denmemesinin değerlendirilmesiyle, bir rejime diktatörlük denilip denmemesinin değerlendirilmesi arasında çok büyük bir fark söz konusudur.

Konuya giriş yaptığımızda ilk olarak “hangi Atatürk” sorusu akla gelir. Bu değerlendirmeyi Atatürk’ün hayatının hangi kısmına ithafen yapabiliriz? İktidar olmadan diktatörlük olmaz, dolayısıyla devlet yönetimi adına rol almadığı (otoritede payının olmadığı) bir zaman aralığı göz önüne alınarak da bu konuda bir değerlendirme yapılamaz. O halde incelemelerimi, Atatürk’ün başat konumda olduğu Türk Kurtuluş Mücadelesi sürecinden, Atatürk’ün ölümüne kadar olan zaman aralığı için (1919-1938) yapacağım. Bu da beni, belirtilen zaman aralığında bir tarih anlatımı yapmaya, rejim değerlendirmelerini ve Atatürk’ün rolünü de bu vesileyle incelemeye götürecek.

 

Türk İnkılabı Sürecine Paralel Olarak Rejim İncelemesi[9]

Dünyada dengeleri büyük ölçüde değiştirmiş olan 1. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti, girdiği cephelerde bozguna uğramış bir haldeydi ve aynı zamanda savaşın yenilen tarafındaydı. Henüz Mondros Ateşkesi imzalanmadan yaklaşık dört ay evvel (3 Temmuz 1918) Vahdettin tahta geçmişti. Bundan bir yıl öncesinde Vahdettin ile birlikte Almanya seyahatine çıkmış olan Mustafa Kemal’in, İzzet Paşa başkanlığındaki yeni kabinede kendisinin harbiye nazırı yapılmasına yönelik beklentisi vardı. Savaşın olumsuz sonuçlarını Osmanlı Devleti’nin içinden giderme düşüncesinde olan Mustafa Kemal, ayrıca bu süreçte sistemin aksamasından da oldukça rahatsızdı. Sevr Antlaşması’na doğru, kötüleşmekte olan siyasi ve toplumsal vaziyet tedirginlik vericiydi. Ülkenin çeşitli yerlerinde İtilaf Kuvvetleri’ne karşı direniş hareketleri mevcuttu; ancak bunlar çoğu zaman, işgali amaçlayan bir orduya karşı yetersizdi.

Mevcut şerait içerisinde Mustafa Kemal, ülkenin durumuna kayıtsız kalan Vahdettin ve İstanbul Hükümeti’nin (O sıralar Damat Ferit’in) bu tutumuna karşı ilk çözümü Osmanlı Devleti’nde aramıştır.[10] Ancak hükümetin işgal yanlısı ve direniş karşıtı duruşunu da dikkate alarak bu problemin yapısal vaziyetle fazlasıyla ilişkili olduğu kanaatine varınca, henüz Milli Mücadele için İstanbul’dan ayrılmadan evvel, ulus egemenliğine bağlı yeni bir ulus devleti kurma amacını benimsemiştir.[11] Nitekim, bir yandan da oldukça realist bir insan olan Mustafa Kemal, o anki gündeminin bir “Kurtuluş” olması gerektiğinin de farkındadır. Henüz Mondros Mütarekesi imzalandıktan iki hafta sonra “geldikleri gibi giderler” sözünü söylemesi de bu yüzdendir. Bu tarihi, kurtuluş savaşının zihinde başladığı an olarak ele alabileceğimizi düşünüyorum. Mütarekenin imzalandığı zaman dilimlerinde, milli mücadeleyi birlikte yürüteceği önemli figürlerle Şişli’deki evinde toplantılar yapan Mustafa Kemal’in İstanbul’dan, ön hazırlığı zaten yapılmış, ayrıca aktörleri belirlenmiş olan bu mücadeleyi örgütlemek üzere Samsun’a vardığı an ise Kurtuluş Savaşı’nın fiili başlangıcı olarak düşünülebilir. Bu yolculuk sırasında İzmir, Mondros Ateşkesi uyarınca işgal edilmiş, halkta ve mecliste büyük yankılar uyandırmıştı.

Kurtuluş hareketini örgütleyen bir dizi genelge ve kongre sürecindeki edimler, yapılan vurgular ve verilen kararlarla Türk İnkılabı’nın da omurgasını teşkil etmekteydi. Kurtuluş ve Kuruluş süreçlerinin iç içe geçmiş olmaları ve bazen bir arada “Türk İnkılabı” olarak anılmalarının sebebi budur. Havza ve Amasya Genelgeleri’ndeki, kurtuluş mücadelesini verenin kim olduğunu ve kim tarafından kurtarılacağını ortaya koyan millet/ulus atıfları boşuna değildir. Bu süreçte Atatürk, cumhuriyet ve devrim düşüncesini -kendisinin de belirttiği üzere- “milli bir sır” misali gizli tutmuştur.[12] Yani o dönemki kurtuluş hareketinin görünen yüzü olan Devlet-i Aliyye’yi ve Padişahı kurtarma ideali, en azından Atatürk için, tek merkezde başarılı bir şekilde örgütlenmenin vasıtası olmaktan ibarettir.

Sivas Kongresi’nde alınan bir kararla, milli mücadele yararına çalışan tüm cemiyetler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” (ARMHC) altında birleştirilmişti. Ayrıca Erzurum Kongresi’nde temeli atılan, Sivas Kongresi’nde tam olarak yapılanan Temsil Heyeti kurulmuştu ve bu heyetin başında Mustafa Kemal bulunmaktaydı. Bülent Tanör bu durumu iktidar çokluğundan iktidar ikiliğine geçiş olarak belirtir. Gerçekten de, cemiyetlerin birleşmesiyle birlikte sadece iki iktidar kalmıştır: Milli mücadeleyi yürütecek iktidar ve İstanbul’daki iktidar. İlki, savaş süresince padişahlık ve halifeliği muhafaza etme iradesi göstermektedir. Yani Tanör’ün deyimiyle “kendi kendini sınırlamaktadır.” Bu sınırlamanın iradi boyutu dışında hukuksal boyutu da vardır. Anılan kongre kararları ve genelgeleri hariç tutarsak hareket, Osmanlı anayasal sistemine dayanarak ortaya çıkmış, bir yere kadar da ona bağlı olarak gelişim göstermiştir.[13]

Sivas Kongresi’nin ardından, eylülün sonunda Damat Ferit hükümeti (yine) istifa etmiştir ve bu da son bir uzlaşmanın önünü açmıştır. Damat Ferit’in istifasının ardından yerine Ali Rıza Paşa hükümetinin gelmesi üzerine, ARMHC ve İstanbul Hükümeti arasındaki iletişim tekrar kurulmuştur. Taraflar arasında tertiplenen “Amasya Görüşmeleri” ve devamı, İstanbul hükümeti ile kurtuluş hareketinin kesin bir biçimde ayrılmasına yol açacak süreçlerin başını oluşturur. Mustafa Kemal ile Salih Paşa arasında 3 gün süren görüşmelerin ve ardından yine Mustafa Kemal ile Amasya Askeri Örgütü’nün iç görüşmesinin ardından, meclisin İstanbul’da tekrar toplanmasına karar verilmiştir. Yeni mebusların büyük çoğunluğunun ARMHC’den olmasının yanı sıra, Mustafa Kemal de Erzurum mebusu olarak meclise girmiştir ve Misak-ı Milli’nin hazırlanması için teşebbüslerde bulunmuştur. Nitekim Misak-ı Milli 28 Ocak 1920’de kabul edilmiş, bir ay sonra deklare edilmiş; bunun üzerine İtilaf Devletleri de İstanbul’u ikinci kez işgal etmişlerdir. Ali Rıza Paşa hükümeti bu işgalin ardından istifa etmiş, yerine Salih Paşa gelmiştir. Bu zaman diliminde Vahdettin’in Rauf Orbay’a “Rauf Bey! Bir millet var, koyun sürüsü. Buna bir çoban lazım. O da benim.” [14] demesi de padişahın parlamenter sistem ve halka dair düşüncelerini ortaya koymaktadır. Mebusların İngilizlerce tutuklanıp Malta Adası’na sürülmesi de bu süreçte yaşanmış bir diğer olaydır. En sonunda Salih Paşa’nın istifası, buna müteakip 4 Nisan’da Damat Ferit’in sadrazam oluşu ve 11 Nisan’da son meclisin dağılmasıyla birlikte bağlar kopmuştur. Artık, çıkarları örtüşmeyen iki zıt kutbun mevcudiyeti belirginleşmiştir.

Sina Akşin’in III. Meşrutiyet olarak adlandırdığı, Osmanlı Devleti’nin anayasallaşma kazanımlarının kısa dönemlik dirilişi de böylece son bulmuş oldu. Bu dönemin sona ermesi, daha sonra TBMM’nin kuruluşunun meşruiyetini güçlendireceği için kurtuluş-kuruluş sürecinin dönüm noktalarından birisiydi.

Mustafa Kemal’in önderliğinde kurulan yeni meclis, Mebusan Meclisi’nin devamı veya tekrarı değildir. Kurtuluş sürecini yürütmeyi görev edinmiş, kendine has özellikleri olan olağanüstü yapıda bir meclistir. Mustafa Kemal’in buna müessisan (kurucu) meclis adını verme düşüncesi ve çabası dikkate değerdir. 23 Nisan 1920’de kurulan meclisin başkanı da yine Mustafa Kemal’in kendisiydi. Meclis başkanı, meclisin içinden seçilecek hükümete de başkanlık etmekteydi. Görülen o ki, yürütülen savaş ve yapılan her şey -hem maddi hem manevi yönden- ulusa mal edilmektedir ve Bülent Tanör’ün deyimiyle bu savaş aynı zamanda demokrasi üretmektedir.[15]

Meclisin yapısına ve sürecine girmeden önce, Şeyhüislam Dürrizade Abdullah Efendi’ye hazırlatılan, kurtuluş hareketini lanetleyen bir fetva ve akabinde Mustafa Kemal ve mücadele kadrosundaki bazı kişilerin gıyaben idama mahkum edilmesi durumu vardır ki, Damat Ferit hükümetinin ve padişahın, inkılaplardan bağımsız olarak, kurtuluş mücadelesine dahi mukavemet ettiğinin en büyük ispatlarındandırlar. İstanbul hükümetinin faaliyetleri bir yandan kurtuluş mücadelesinin halkta karşılık bulması bakımından süreci zorlaştırmakta (ayrıca bir iç savaş başlatmıştır); bir yandan da kendi meşruluğunu zedeleyerek devrimin önünü açmaktadır.

İstanbul Hükümeti’nin ve İtilaf Devletleri’nin (baskın olarak İngilizlerin) güdümlediği isyanlar, TBMM’nin kuruluşuna ve kurtuluş savaşının en kanlı dönemlerine dek uzanan sürecin tam karşısındadır. TBMM bakımından “isyan” niteliği taşımasına rağmen, farklı bir iktidarın merkezi olan İstanbul Hükümeti’nce meşru hareketler olarak vücut bulmaktadır. Bu süreçte İstanbul’da hükümetin değişmesine rağmen isyanlara verilen desteğin sürmesinden yola çıkarak şu sonuca varılabilir; her ne kadar Damat Ferit’in payı azımsanamayacak olsa da, iç savaşın sorumlusunun Vahdettin olduğu ortadadır.

İstanbul Hükümeti’nin tutumuna mukabil, TBMM’nin olağanüstü iktidarını ve mücadelesini korumaya yönelik olarak Hıyanet-i Vataniye kanunu çıkarıldı. Ayrıca Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin karşı fetvası, TBMM’nin başarılı stratejilerinden biri oldu ve kurtuluş mücadelesinin ikinci dini dayanağını oluşturdu. İlk dayanak, padişahın ve halifenin “kurtarılma” amacıdır ki, daha önce de söylediğim gibi; TBMM’nin ekseriyeti henüz padişahın tutsak olduğu düşüncesindedir ve padişahı/halifeyi kurtarma amacını gütmektedir. Halbuki saltanatı kaldırma ve cumhuriyeti getirme fikri Atatürk’ün kafasında evvelden beri mevcuttur.

İtilaf Devletleri’nin Osmanlı’ya dayatmış olduğu Sevr Antlaşması ve kabulü, Türk diplomasi tarihinin en kara olaylarından biri olarak anılır. Aslında Vahdettin ve hükümet bu anlaşmayı kabul etmemek, en azından hafifletmek için çaba göstermişlerdi ancak; Yunanlıların da saldırmak için yönlendirilmesiyle birlikte (Doğu Trakya, Bursa ve Uşak’ı ele geçirdiler.) Osmanlı antlaşmayı kabul etmek durumunda kalmıştı. Bir uluslararası anlaşma olması ve geçerliliğinin -dağıtılmış olan- parlamentonun onayına tabi olması, birçok kişiyi Sevr Antlaşması’nı tehlikesiz görme yanlışına düşürmektedir. Realite şudur ki; bu anlaşma imzalanmış ve de facto (fiili) olarak uygulanmaya çalışılmış, hatta sonuçlarını doğurmaya başlamıştı bile.[16] Sevr’in kabulü, o dönemin İstanbul Hükümeti’ni önemli derecede itibarsızlaştıran gelişmelerden biridir. Buna karşın TBMM’nin tutumu ise gayet nettir: Sevr’i kabul edenleri vatan haini ilan etmek…

Atatürk daha sonra Lozan Antlaşması sürecinde atıf yaptığı  Sevr’i, Türk milleti aleyhine hazırlanmış büyük bir suikast girişiminin vesikası olarak tanımlamıştır.[17]

  1. TBMM’nin yapısını ve Mustafa Kemal’in aldığı rolü analiz etmek yararlı olur. Savaşı idare etmek için kurulan meclis, devlete yönelen siyasal ara form niteliğindedir. Gelişmelerle birlikte mevcut Osmanlı hükümetine karşı ihtilalci bir özne niteliğine kavuşmuştur. Aldığı rol gereği Türk devletinin kurucu meclisi niteliğine de haizdir. Hatta o dönemki yapının, siyasal iktidar ögeleri incelendiği vakit, meclis hükümeti biçimiyle idare edilen bir devlet olduğu rahatlıkla söylenebilir. İktidar parçaları olan yasama, yürütme ve yargıyı tek elde barındırır. Meclis, kurtuluş dönemine ilişkin olmak üzere yumuşak nitelikte bir çerçeve anayasa çıkarmıştır. Kanun-i Esasi’nin boşluklarını tamamlayacağı öngörülen 1921 Anayasasının (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) ulus egemenliğine yer vermiş olması çok mühimdir. Egemenliğin norm aracılığıyla belirlenmesi itibariyle, egemenliğin sahibi olarak belirli bir veya birden fazla kişinin anılma durumu söz konusu olmayacaktır. Siyasal iktidar, kaynağını ve meşruluğunu ulusa dayandırmıştır.

Madde 1. – Hâkimiyet bilâ kaydü şart (kayıtsız şartsız) milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını (kaderini) bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.[18]

Birinci Meclis olarak anılan, “Türkiye Devleti”nin yasama görevini üstlenen, 15 Nisan 1923’e kadar da faaliyette kalan bu yapı Kurtuluş Savaşı’nı idare etmiştir. Meclisin esas fonksiyonunun kurtuluş savaşı aleyhine eylemleri olan İstanbul Hükümeti’ne karşı ihtilal ve bağımsızlık savaşının idaresi olduğu söylenebilse de, gerek anayasasından ve gerekse meclisin faaliyetlerinden ötürü (Örneğin saltanatı kaldırması) bu dönem Türk İnkılabı’na dahil edilir. Bu formda bir savaşın zaten “demokrasi üretiyor” olmasının yanında, 1921 Anayasası’nın cumhuriyete yönelen bir geçiş belgesi, başka bir deyişle “cumhuriyetin örtülü bir beyanı” olarak tanımlandığı da görülür.[19]

  1. TBMM çoğulcu bir yapıdadır ve mecliste yer alan figürler çok renkli bir ortam oluşturmaktadır. Hatta kimi yazarlarca meclisteki bu yapının kaotik bir hal aldığı, idarenin yavaşladığı söylenir. Zaten Mustafa Kemal de bu durumdan yakınmış, Anadolu ve Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu 1921’de bu sebeple kurmuştur.[20] Atatürk açısından bu meclisin dönemine dahil olan diğer önemli noktalar şunlardır ki; Atatürk oy çokluğuyla bu meclisin başkanı seçilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktasında (Sakarya Meydan Muharebesi) büyük önem arz eden başkomutanlık statüsü, kendisine bu meclisçe onaylanarak verilmiştir. Atatürk başkomutanlığı, “olağanüstü durum içinde olağanüstü durum” şeklinde ifade edebileceğimiz şartlar eşliğinde, yine ateşli müzakerelerin ardından geçici süreliğine (3 ay) kanunla elde etmiş ve yetkisi her uzatılacağı zaman mecliste oylanmıştır.[21]

Mecliste çok çeşitli gruplaşmalar olduğu görülür. Bunlardan Yeşil Ordu Cemiyeti, Halk Zümresi, Tesanüt grubu ve Türk İnkılabı’nın yolunu çizen Müdafaa-i Hukuk Grupları (Birinci grup ve ikinci grup) ön plana çıkanlarıdır. Mustafa Kemal, meclisin başkanı olmakla birlikte birinci grubun  başında yer almıştır. Bir yandan da “ikinci grup” vardır ki, ittihatçıların, liberal eğilimlilerin, muhafazakarların, şeriat veya saltanat yanlılarının[22] toplandığı hetorojen bir yapıdadır ve genel itibariyle duruşu, birinci gruba ve Mustafa Kemal’e muhalefet etmek yönündedir. Meclisin bu yapısının savaş esnasında karar alma sürecini zorlaştırdığını belirtmiştim. Bu durumun diğer bir önemli yönü de, savaş akabinde gelmesi planlanan devrimlerin önünü tıkama tehlikesi yarattığı gerçeğidir. Mustafa Kemal için, bir lider olarak meclisteki onca muhalefet arasından sıyrılmak pek kolay olmamıştır. Ancak başkomutanlık tartışmaları, Atatürk’ün karizmasının ve dönemin şartlarının kendisini başat konuma soktuğunu göstermektedir. Bu karizma özellikle Sakarya Zaferinden sonra en yüksek boyutlara ulaşmıştır.

Demokratik kurumlarla paralel biçimde var olan karizmanın, sıklıkla diktatörlükle birlikte anıldığı gerçektir. Peki Atatürk’ün ilk TBMM’deki karizmasının rolü nedir? Bunu ortaya koyabilmek için, 1. TBMM muhalefetinin, özellikle de en etkili muhalefeti yapan ikinci grup muhafazakarlarının, saltanat rejimine ve hilafete bağlılıklarını sürdürdüğünü göz önüne almak gerekir. Birinci meclisteki sistemin birçok farklı türden temsil olanağı sunması ve bunun demokratik bir rejimi istemeyenleri de içermesi, paradoksal bir durum ortaya çıkmaktadır. Demokratik bir düzen öngörmeyen kimselerin temsil olanağı bulması da demokrasinin kapsamında mıdır? Açıkçası bu soruyu okuyucuların takdirine bırakıyorum.

Savaşın zaferle sonuçlanmasının ardından İtilaf Devletleri’nin Lozan Konferansı çağrısını sadece TBMM’ye yapmamış olması, ayrıca İstanbul’daki hükümetin de konferansa çağırılmış olması ve bu çağrıya icabet etme yönündeki tutumu TBMM’de büyük bir tepki toplamış, Mustafa Kemal’e büyük bir koz vermiştir: Saltanat, 30 Ekim – 1 Kasım 1922’de mecliste alınan kararlar vasıtasıyla ilga edilmiştir ve bununla birlikte Osmanlı Devleti hukuken ortadan kalkmıştır. TBMM’nin tutumu, Osmanlı Devleti’nin “tarihe intikal ettiği” ve “yeni ve ulusal bir Türkiye Devleti’nin kurulduğu” konusunda nettir. Lakin mecliste hilafetin saltanat olmaksızın sürüp süremeyeceği tartışma konusu olmuştur. Atatürk’ün saltanatın kaldırılma sürecinde sarf ettiği sözler, kendisine diktatör yakıştırması yapanların bu iddiaya ilişkin dayanaklarından birini teşkil etmektedir. Peki, kendisi ne demiştir?

” Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına, vazıülyed olmuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatı, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzuubahis olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız? meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir.Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi taktirde, hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”[23]

Atatürk’ün “ihtimal bazı kafalar kesilecektir” sözünden yola çıkılarak, meclisi güç kullanma tehditiyle domine ettiği, diktatör yakıştırmasına bu yüzden layık olduğu sıkça vurgulanmıştır. Ancak kanımca bu düşünce, realiteyi görmezden gelmektir. Evet, Atatürk’ün tehdit ettiği açıktır. Peki neye ilişkin bir tehdittir bu?

Birinci meclisin kuruluşundan sonra ihtilalci bir nitelik taşıdığını, zamanla çoğunluk halinde padişahı kurtarma idealini bırakıp ulus egemenliğine dayanan yeni bir devlet var etme idealini benimsediğini belirtmiştim. Bu konuşma da, bu yeni ve mutlak idealin yansıması olarak vücut bulmaktadır. Atatürk, saltanatın kaldırılması sırasında, Türk milletinin hakkı olarak gördüğü egemenliği hanedandan cebren alma düşüncesini ortaya koyar. Bir yandan halkın verdiği savaş da yurdun onlara ait olarak görülmesi açısından meşrulaştırıcı bir diğer sebep olmuştur. Artık egemenliğin de savaşı verenlere haiz olma zamanı gelmiştir. Binaenaleyh buradaki tehdit, şahsi iktidarını pekiştirme amacı ile yapılmış değildir. Millet adına, ihtilal edilen devleti ve makamını savunan (olası) kimselere karşı yapılmış bir tehdittir. Bu süreçte padişahın ve Damat Ferit hükümetlerinin, kurtuluş savaşının aleyhinde hareket ettiği ve kimi zaman düşmanla iş birliği yaptığı da göz önüne alınınca,[24] padişahın ve hükümetlerin (özellikle Damat Ferit hükümetinin) tutumunun, Türk İnkılabı’nın önünü açtığı, tarafları belirlemekte kolaylık sağladığı ve kurtuluş-kuruluş sürecindeki hareketlere meşruluk kazandırdığı gerçeğini de unutmamak gerekir.

Egemenliğin el değiştirmesinin bir “emrivaki” olduğunu belirtmektedir Atatürk. Meclisin çoğulcu yapıda olmasının; ifade özgürlüğü ve serbest müzakere ortamının mevcudiyeti için önemli olduğu tartışılmaz. Bu durumda oturumdaki serbest müzakere ortamını tehditle baskılaması şekli açıdan problemli bir hareket olarak gözükse de, tartışılan konunun içeriği dikkate alınınca bu tutumun kaynağı daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca meşrutiyet denemeleri göstermektedir ki, antidemokratik bir rejimle ve meşrutiyetin ardından da diktatörlükle özdeşleşmiş saltanat, Türk tarihi açısından demokrasi ile birlikte kabul edilemez. Tarihi olayların analizi, faal padişahların parlamenter sisteme ve halk iradesine karşı tutumunu gözler önüne sermektedir. Bunun, istibdat sürecinde doğmuş, süreci tecrübe etmiş ve öte yandan tarihe oldukça meraklı, çağdaş bir zihniyete sahip olan Atatürk açısından zaten tercih dışı olmasının yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin (bilhassa lider kadrosunun) de etkisiyle Türkiye’de anayasal monarşinin başarısızlıkla sonuçlandığı su götürmez bir gerçektir. Tüm bu gerçeklerin vesilesi olarak Atatürk, cumhuriyet fikrini yıllarca bağrında taşımış ve ulusal egemenliği değişmez bir ilke olarak benimsemiştir. Bundan ötürü başat konumunda olduğu inkılap süreci içinde geri sapmalara müsaade etmemiştir ve bundan sonraki süreçte de etmeyecektir. Varılacak sonuç şudur ki; Atatürk’ün kaygısı ve ihtirası her dönem ulus adınadır; kişisel değildir.

Saltanatın kaldırılmasından bir ay öncesinde Mudanya Ateşkesi imzalanmış, saltanat da Lozan Görüşmeleri gündeme geldiğinde kaldırılmıştır. Geldiğimiz noktada görüşmeler sürmektedir; “kurtuluş” kısmı son bulmuştur. Savaşı başarıyla yürüten TBMM, artık yeni rejime geçiş ve devrimler bakımından köklü bir değişime tabi tutulacak, tarihi bir misyona sahip olacaktır.

1922’nin sonunda Mustafa Kemal, “Halk Fırkası” adıyla bir parti kuracağını açıklar. Bundan dört ay sonrasında, 1 Nisan 1923’te ise TBMM, seçimleri yenileme kararı almıştır. Kuşkusuzdur ki buradaki amaç, Türk İnkılabı’nın esaslı kısmına giriş sağlamak ve bu amaca yönelik olarak daha rahat karar verilebilecek, daha istikrarlı bir meclis oluşturmaktır.[25] Atatürk, zaten bundan öncesindeki karmaşık meclis yapısında bile, gerek birinci grubu örgütlemesiyle, gerekse karizmasıyla istikrarı ve idarenin aksamamasını sağlamıştı. Şu halde, seçimlerin yenilenmesi ve ikinci TBMM’nin kuruluşu, gelecek devrimler için daha iyi bir saha yaratma amacından ötesini gütmemekteydi. Meclisin son faaliyeti de 8 Nisan 1923 yılında “9 Umde”nin kabulü olmuştur. 9 Umde, Atatürk’ün de deyimiyle Half Fırkası’nın ilk programıdır.[26]

Birinci TBMM’nin son toplanmasıyla birlikte, ikinci TBMM vekillerinin seçimi gündeme gelmiştir. Mustafa Kemal milletvekili adaylarını bizzat seçmiş ve aylar sonra yapılan seçimleri de bu liste kazanmıştır. Böylece yeni meclis yapısı hem ikinci gruptan, hem de koyu İttihat ve Terakki’cilerin büyük kısmından arınmış bulunuyordu. Ardından, ara geçiş döneminin de sonlanmış olmasıyla birlikte, de facto (fiili) rejimi bir ölçüde de jure (hukuki) kılma, ayrıca “rejimin adını koyma” amacıyla cumhuriyetin ilanı gerçekleştirilmiştir. Bu ilan ile birlikte cumhurbaşkanlığı makamı ihdas edilmiş ve rejim parlamenter sistemle yakınlaşmıştır. Günümüzden bakıldığında, o dönemin devrimlerinin de öncüsü olarak cumhurbaşkanlığı için Atatürk’ten başka bir isim düşünmek pek mümkün değildir.[27] Nitekim Atatürk, cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 tarihinde, tek cumhurbaşkanı adayı olarak, meclisin oy birliğiyle bu makama gelmiştir. Elbette buradaki cumhurbaşkanlığı makamı, klasik parlamenter sistemin devlet başkanlığı (monarklık yahut cumhurbaşkanlığı) makamından farklıdır. Bu farklılık, özgün durumdandır ve daha sonra çıkarılacak anayasayla birlikte hukukileşecektir. Bülent Tanör, cumhuriyetin ilanını; 1921 Anayasası’nın gördüğü ara form rejimi olan meclis hükümetinden yeni anayasal düzene uzanan bir “intikal kanunu” olarak görür.[28]

Saltanatın ilga edilmesiyle, öncesinde padişahlığa entegre biçimde var olan hilafet makamı korunmuş; ilmi ve ahlaki olarak en üstün hanedan üyesinin yeni halife olarak seçilmesi kararlaştırılmıştı. Vahdettin’in de yurtdışına çıkışının ardından TBMM’nin halife olarak tercih ettiği kişi, Abdülaziz’in oğlu Abdulmecit Efendi’ydi. Abdulmecit Efendi, milli mücadeleye sempati duyan biriydi ve Osmanlı hanedanının siyasetten ziyade sanat ile ilgilenen bir üyesiydi. Meclisin aradığı tipte bir halef olsa da, daha sonra kendisinin bulunduğu birtakım davranışların yanı sıra, iç[29] ve dış[30] dinamiklerin de etkisi, Önce Atatürk’ü halife Abdulmecit’in şahsını ve hilafet makamını sert dille yermeye[31]; sonrasında ise meclisi iki başlılık, zararlı hanedanın kalıntısı, içte ve dışta halifeliğin dünyevi boyutunun gündeme getirilmesi sebepleriyle; 3 Mart 1924 tarihinde halifeliği kaldırmaya ve hanedanı sürgün etmeye yöneltmiştir. Bununla birlikte Atatürk, İsmet Paşa ve Kazım (Özalp) Paşa’nın ortak kararıyla laik devlete adım olarak önem taşıyana iki gelişme daha gerçekleşmiştir. Birisi Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması ve diğeri de Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur. Meclise sunulan üç önerge de kabul edilmiştir.

Türk İnkılabı’nda 1925’e kadar süren gelişmeler her ne kadar birer devrim niteliğinde de olsalar, genelde bunların gerçekleştirilmesi pek de “bıçak gibi kesmek” olarak tezahür bulmamıştır. Saltanat kaldırılırken “Türkiye Devleti, hilafetin dayanağıdır.” denmesi gibi, halifelik ilga edilirken de, ilgili önerge ve kararların içerisinde dinsel atıfların var olduğu görülür. Hilafeti kaldıran kanunun birinci maddesindeki: “Halifeliğin zaten hükümet ve cumhuriyet kavramına içkin olduğu ve bu vesileyle kaldırıldığı” [32] vurgusu en açık örnektir. Kanunda, halifeliğe bir şahsın vekalet etmesi durumunun; yani makamın kendisinin kaldırıldığı belirtilir lakin, laikliğin en mühim adımlarından biri olup, halifeliği dünya üzerinden silmek ve meclis içinde eritmek şeklinde vücut bulmaktadır. Bu, Tanör’ün deyimiyle “iki ileri bir geri” yöntemidir.[33] Gerçekten de muadillerine nazaran daha planlı, garantici, stratejik kaygılar güden, ilişkileri muhafaza etme iradesini taşıyan bir yaklaşımdır. Kimi mebuslar açısından belki samimi de olan bu tür hamleler, etkilenme potansiyeli olan kişilere yapılan bir lokal anestezi olarak da düşünülebilir.[34]

Kanımca ilgadaki en esaslı sebep, karşı devrimcilerin (ve belki hanedanın) yeni bir iktidar merkezi meydana getirmek suretiyle bu makamın gölgesinde birleşme ihtimalidir. Savaş sürecinde cemiyetlerin ve 1. meclisin, bu makama dayanılarak kurulan karşı-mücadeleci ordudan, çıkarılan isyanlardan, verilen fetvalardan ve kurulan teşkilatlardan ne kadar muzdarip olduğunu düşününce,  üstüne üstlük buna halifenin (Vahdettin) davranışları[35] da eklenince pek hoş bir intiba uyandırmaması doğaldır. Hemen herkesin mutabık olduğu, makamın uygulamadaki işlevsizliği; sadece birliği simgeleyici bir sembol olarak işlev görmesi durumunu da unutmamak gerekir.

Halifelik makamının ardından, 8 Nisan 1924 yılında şeriat mahkemeleri de kaldırılmıştır ve meclisin gündemi yeni bir anayasa meydana getirmek olmuştur. O sırada yürürlükte olan 1921 Anayasası savaş için ihdas edilmişti, Türkiye Devleti’nin kullanmayı sürdürdüğü, Osmanlı Devleti’nin anayasası Kanun-i Esasi’nin boşluklarını doldurmaktaydı. Osmanlı Devleti son bulmuştu; savaş da sona ermişti. O halde, yeni devletin “kimliği ve rotası” olarak yeni bir anayasa yapmanın zamanı gelmişti. İlk olarak anayasaya katılığını veren bir usul kuralı ortaya konmuştur. Kurala göre, anayasanın kabulü için o oturumda mecliste bulunanların 2/3’ünün oyu yeterli olacaktır.

Yeni anayasanın öngördüğü sistem, haklar & özgürlükler ve siyasal iktidarın örgütlenmesi bağlamında liberal demokrasiden nasibini almıştır. İlk olarak demokratik bir rejimin üst başlığını normatif olarak belirler. Bununla birlikte mevcut rejimi, meclis hükümetinden parlamenter sisteme yakınlaştırmıştır; ikisinin arasında bir rejim tipi öngörülmüştür. Bu özgün bir durumdur ve tarihsel anlamda da yine özgün sonuçları olacaktır. Siyasal iktidarın en etkin parçası ve organının TBMM (yasama) olduğu görülür.

Anayasanın hazırlık sürecinde, 2. meclis ve Atatürk’ün değerlendirilmesi bakımından önemli bir veri yer almaktadır. Anayasayı hazırlamakla görevli olan Kanuni Esasi komisyonunca sunulan birtakım önerilerin reddi, meclisin yapısı ve ruhu hakkında ipucu vermektedir. Öneriler, cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasına, cumhurbaşkanının seçimleri yenileyebilmesine, yasalar üzerine güçleştirici veto yetkisine, başkomutanlık yetkilerinin cumhurbaşkanının şahsında bulunmasına ilişkindir ve bunlardan sadece sonuncusu, sembolik-manevi bir niteliğe kavuşturulmuş olup, diğerleri ise genel kurulda reddedilmiştir. Bunları tartışma ve reddetme biçimi epey şiddetli olmuştur[36] ve vekillerce “milli egemenlik ve meclisin üstünlüğü” ilkeleri öne sürülmüştür.[37]

İkinci meclisin, çoğulculuk bakımından birinci kadar ileri düzeyde olmadığını söyleyebiliriz. İkinci meclis hakikaten bu denli farklı renkleri bir arada barındırmamaktadır. Kanımca bu durumu, meclislerin aldıkları rollerle açıklamak gerekmektedir. Birinci meclis herkesi ortak paydada bir araya getiren bir kaygı ve amaçla faaliyet sürdürmüştür. En başından beri bir araya gelmesinde ve sürdürdüğü faaliyetlerde Mustafa Kemal’in damgasının mevcut olduğu apaçık ortada olsa dahi, bu sadece de facto bir durumdur.[38] Bu kadar çoğulcu bir yapının tutarlı bir bütün ortaya çıkarmasının olanaksızlığı göz önüne alındığında, bir devletin sinir sistemlerini oluşturma adına gereken müşterek yapıda olmadığı söylenebilir.

İkinci meclis ise seçilmiş vekilleri ve partisiyle, Türk İnkılabı’nın ve kaçınılmaz olarak Mustafa Kemal’in rengini bünyesinde barındırmaktadır. Bu kabulden sonra hangisinin daha demokratik olduğuna gelince, sosyal bilimcilerin genel eğilimi birinci meclisi daha demokratik görme eğilimindedir.

Sina Akşin de bu genel eğilime atıf yapmakla beraber konuya farklı bir açıdan yaklaşır: 1. TBMM’nin gerçekten daha çoğulcu olduğu, diğer kesimlerin -bilhassa tutucu & saltanatçı kesimin- temsil olanağı bulmuş olmasından ötürü “demokratik” sayılması durumunu anar; farklı bir bakış açısıyla da sonraki meclislerin “demokratik topluma” geçiş yolundaki devrimleri göz önüne alındığında, maddi olarak daha demokratik sayılabileceği çıkarımını yapar.[39]

Kanaatimce bunu yaparak da eşitliği ve özgürlüğü reddedenlerin temsil olanağı bulmasının demokratik olup olmadığı paradoksal durumunu gözler önüne sermektedir.[40]

 

Demokrasinin Asli Unsuru: Çok Partili Hayat

Nihayet CHF nosyonlu 2. meclis de muhalefetini kendi içerisinden çıkarmış, 17 Kasım 1924 yılında Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar, Refet Bele ve Rauf Orbay öncülüğünde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur.[41] Şekli açıdan defosuz bir çok parti deneyimidir; nihayetinde parti içi bir fikir ayrılığı oluşmuş, hizipleşmeyle muhalif bir parti kurulmuş ve çok partili rejim meydana gelmiştir. Ancak maddi açıdan durum bu kadar basit değildir. Bu partinin incelenmesi, rejimin tarihsel analizi için oldukça önemlidir. Partinin kurucu kadrosu, Atatürk’ün kurtuluş sürecindeki yol arkadaşlarından oluşmaktadır. Kurucularının belirttiği üzere, parti cumhuriyete[42] ve o döneme kadarki inkılapların muhtevasının çoğuna muhalif değildir.[43] Peki onları yeni bir parti kurmaya iten nedir? Soruyu Kazım Karabekir merkezli cevaplamanın daha sağlıklı, daha somut ve yeterince kapsamlı olacağını düşünüyorum. Bu süreçte Karabekir Cumhuriyetin ilan edilişinin habersiz ve ani bir biçimde yapıldığından, halifeliğin zamansız veya yanlış zamanda ilgasından[44], Musul harekatı için diretilmesinden rahatsız olduğunu[45] belirtir ve Atatürk’ün kendisini gölgede bırakmak istediğinden de yakınır. Sonuncusu kişisel bir sebeptir. Nitekim; kendisiyle birlikte diğer parti üyelerinin kollektif kaygısı, Atatürk’ün diktatörlüğüdür. Hatta Rauf Orbay, bu kaygısını belirtirken İttihat ve Terakki’nin parti diktatörlüğüne bile atıf yapar. Buna karşın  partinin Kara Vasıf ve İsmail Canbulat gibi her dönem ittihatçı kimliğiyle öne çıkmış kişileri barındırması ironiktir.

Programına ve kurucuların genel kimliğine bakılırsa, muhafazakar ve liberal bir siyasi parti izlenimi verdikleri söylenebilir. Devrimleri içerik yönünden savunduklarını belirtmelerine karşın, yöntemden rahatsızdırlar. Evrimci bir imaj çizmişlerdir.[46]

Atatürk Nutuk’ta, TCF kurucularıyla olan yol ayrımını oldukça acımasız ifadelerle açıklamaktadır:

Millî mücadeleye beraber başlayan yolculardan bazıları millî hayatın bugünkü cümhuriyete ve cümhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülâtında (olgunlaşmalarında), kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu (kavrama sınırı) bittikçe bana mukavemet ve muhalefete geçmişlerdir.” [47]

Yarı irticai/dinsel ve yarı etnik  karakterli Şeyh Sait isyanın çıkması ve hızla büyümesi, Takrir-i Sükun Kanunu’nun getirilmesine sebep oldu. Şu açıktır ki: Kanun, özellikle uygulanışı yönünden, demokratik veya demokratik olmaya çalışan bir rejimi bu yolda duraklatacak nitelikteydi[48] ve yürütme erkine büyük bir yetki alanı sunmaktaydı.

Madde 1. –  İrticaa ve isyana ve memleketin nizamı içtimaisini (toplumsal düzenini) ve huzur ve sükununu ve emniyet ve asayişini, ihlale baais bilumum teşkilat (örgütlenmeleri) ve tahrikat ve teşvikat (teşvik) ve teşebbüsat (kalkışmalar) ve neşriyatı (yayınları), Hükümet, Reisimumcur tasdiki (onayı) ile re’sen ve idaten men’e (önlemeye) mezundur (yetkilidir).[49]

Kanun uyarınca muhtelif görüşlerden pek çok muhalif basın ve yayın kuruluşu kapatıldı. Diğer kişi hak ve özgürlükleri açısından da oldukça defolu uygulamaların olduğu bir süreç izlendi; en sonunda da TCF, bazı il örgütlerinin isyanla ilişkili olduğu sebep gösterilerek kapatıldı.

İsyanın Takrir-i Sükun sürecine giriş için sadece bir bahane-vesile olduğu, esas amacın muhalefeti saf dışı bırakmak ve otoriteyi hakim kılmak olduğu iddiasına[50] katılmak güçtür. İsyanın çıkışını hükümet güdümlemediği gibi, bu kadar geniş çaplı ve tehlikeli bir isyanın olağanüstü bir durum meydana getirmesi, olağanüstü önlemleri gerektirmesi; birtakım özgürlüklerin kısıtlanması gayet doğaldır. Dolayısıyla, isyanın boyutu da göz önüne alındığında, isyan Takrir-i Sükun Dönemi’nin; dönem ise otoritenin erken konsolidasyonunun kasıt dışı sebebidir. [51]

Durumun, gözden kaçırılmaması gereken Türk İnkılabı boyutu da vardır. Partinin programında “dine saygılı” olduğunu belirtiliyor olması, partinin CHF’nin sağında yer almasının da etkisiyle tüm karşı devrim tasavvurlarının odağı olması ve inkılaplarda tökezleme olacağı kaygısı da kuşkusuz ki mevcuttur. Nitekim Kara Vasıf’ın “Mustafa Kemal Paşa’yı istiyorsanız Halk Fırkasına gidiniz. Halife’yi istiyorsanız bizim fırkamıza geliniz” şeklindeki beyanının yarattığı kaçınılmaz algı; eski TCF üyelerinin de (İsmail Canbulat ve Halis Turgut gibi kurucu üyeler dahil) içerisinde bulunacağı 14 Haziran 1926 tarihli İzmir Suikasti girişiminin varlığı da bu durumu doğrular.[52] Kazım Karabekir neticede suçsuz bulunsa da, suikastin gerçekleşmesi halinde cumhurbaşkanı olarak kendisini öngördükleri, muhtelif kişilerce itiraf edilmiştir. Bunun yanında Rauf Orbay’ın bu girişime oldukça “duyarsız” yaklaştığı da bilinir. İttihat ve Terakki’nin ve halihazırda kapatılmış TCF örgütlenmesinin, İzmir Suikasti ile düşünülenden fazla ilgisi vardır.[53]

Neticede, Atatürk’ün Nutuk’ta kanunu ve dönemi izah ettiği beyanı; Türk İnkılabı’nın kalıcılığı ve kapsamıyla birlikte göz önüne alındığında, şahsa veya zümreye imtiyaz vermek şeklinde bir kaygının ne kadar yersiz olduğu anlaşılabilir. Kanımca TCF ve özellikle Karabekir’in tezlerinden esas önem taşıyan geçerli-somut ihtilaf konusu, değişimlerin devrim-evrim biçiminde vuku bulma meselesidir.

Kazım Karabekir ve Atatürk arasındaki kişisel husumetlerin de tüm olup bitenlere (ayrıca kendi anılarına) gözle görülür bir etkisi vardır. Karabekir, Sovyet Rusya ile yakınlaşılmasını bolşeviklik ilan etme düşüncesi [54]; cumhuriyetin ilanını Mustafa Kemal’in diktatörlük kurması; halifeliğin kaldırılmasını Mustafa Kemal’in çıkamadığı makamı yok etmesi, olarak ele almak gibi uç yorumlarıyla bunu ele vermektedir. Kazım Karabekir’in Türk İnkılabı’nın belirli bir evresine dahil edilebilen bir figür olduğu, daha duygusal bir tabirle “cumhuriyet adamı” olduğu açıktır. En başında Mustafa Kemal liderliğinde bir kurtuluş mücadelesi iradesini, onu tutuklayabilecek olanağa sahip iken “emrinizdeyim” demiş olması ile anlayabiliyoruz. Keza Karabekir’in Türk İnkılabı’nın bir kısmına içkinliği, yetiştiği zihniyet ve deneyimleri dolayısıyla sıkı bir saltanat karşıtı olmasından, hatta kurduğu partinin isminden dahi anlaşılır. Yani onu bir yerden sonra Türk İnkılabı’ndan ayıran şey; partisinin ve kendisinin, çeşitli sebeplerden ötürü, öngörülen yolun dışına çıkmasıdır. İzmir Suikasti davasının sonucunda serbest kalmış olan Karabekir’in birkaç yıllık sessizliği, 1933 yılında Milliyet gazetesindeki bir cevabıyla son bulacaktır. Kazım Karabekir, Millici lakaplı bir yazar ve Atatürk arasında -daha sonra başkalarının da katıldığı- uzun bir tartışma-polemik dönecek[55]; tüm bunların sonucunda Karabekir’in anıları toplatılacak, kendisi de takip edilecektir. Atatürk’ün bu yazılanlara el yazısıyla aldığı notlar halinde yanıt verdiğini de belirtmek gerekir. Yazıları okununca anlaşılacağı üzerine, Kazım Karabekir’in anıları ve Atatürk’ün cevapları, önem itibariyle kişisel bir hesaplaşmadan pek de öteye gitmez.[56]

Türk İnkılabı’nın özellikle medeni-sosyal anlamda önem taşıyan en köklü devrimleri, “Takrir-i Sükun Dönemi” olarak da adlandırılan beş yıllık zaman diliminde yapılmıştır; daha doğrusu yapılabilmiştir.[57] Bu aralıkta otoritenin ve özgürlük kısıtlamalarının hat safhaya erişmesiyle birlikte, tek bir partinin mevcut olduğu mecliste müzakere ortamı da yer yer tökezlemiştir.[58] Yine de bu ortamda bile, Türk İnkılabı’nın (devrimlerin) reddedilemezliği haricinde, tenkitler gerçekleşmiş; kanun tasarıları, hükümet ve politikaları eleştirilmiştir.[59]

Değerlendirme yapma adına kanımca daha da  önemli bir deneyim, Serbest Cumhuriyet Fırkası‘nın kurulmasıdır. Bu partinin kuruluşunu, tarihteki yerini, niteliğini ve Atatürk’ün bu kısımdaki rolünü anlamak; rejimin rotasını görme ve Atatürk’ün düşüncelerini tespit etme olanağı sağlamaktadır. 1929 yılında tüm dünyayı saran ekonomik krizin etkisiyle ülke ekonomisinin zor duruma düşmesi, halkta da rejime karşı tepkiler uyandırmıştı. Bir yandan otoriter ve öncekinden daha katı bir rejimi doğuran tek partinin otoriterleşmesiyle birlikte parti yapısı da kaçınılmaz olarak oligarşinin tunç kanunundan etkilenmişti. Bunun üzerine Atatürk, mevcut havayı yumuşatmak ve demokratik rejim için bir adım atma gayesiyle bir muhalefet partisinin kurulmasını teşvik etmek istedi. Demokratik toplum oluşturma ideali henüz gerçekleşmemiş ve Türk İnkılabı olarak adlandırdığımız süreç henüz sona ermemişti. Sağlıklı demokrasinin tecellisi için henüz erkendi.[60] Lakin planlanan muhalefet partisi de tüm bunlar göz önüne alınarak oluşturulmuştu. Yeni bir partinin meclise hareket getireceği, en azından durulmuş müzakere ortamını canlandırabileceği düşünüldü.

Partiyi kurması için teşvik edilen Ali Fethi (Okyar), Atatürk’ün en eski dostlarından biridir ve aynı zamanda CHF milletvekili, 1. TBMM’de dahiliye nazırı olarak görev yapmış, bir kez de başbakan olarak hükümeti kurmuştur. Eski dost olmalarının, ebediyen de dost kalmalarının yanı sıra, İttihat ve Terakki zamanlarından beri hemen her konuda fikir birliği içerisindedirler. Cumhuriyetle birlikte Fethi Okyar, Atatürk’ün destekçisi olarak ön plana çıkmış ve SCF deneyimine kadar düşüncelerinin de Şeyh Sait isyanı haricinde icrai bir dışa vurumu olmamıştır. Okyar, özünde samimi bir liberaldir. Bunun ekonomik yönü daha ağır basar, yine de kendisi demokrattır ve serbest piyasa ekonomisi ile demokrasinin birbirini tamamladığını vurgulamaktadır. Talep ve teklif de bu vesileyle; hem güvenilir, hem de demokrat-liberal kimliğinden ötürü kendisine sunulmuştur. Lakin ilk plan, Kazım Paşa’nın (Özalp) ortaya attığı üzere, yumuşak bir geçiş yapma adına, parti kurmaktan önce CHF içerisinde bir hizip oluşturma yönündeydi. Atatürk bu fikre başta sıcak baksa da İsmet İnönü, TCF deneyimine örtülü bir atıf yaparak  razı gelmemiştir.[61] Kurulması öngörülen partinin CHF’den daha solda[62] olacağı kararlaştırılmıştı. Partinin kurulmasını teşvik eden Atatürk, maddi ve manevi destek sözünün yanı sıra, CHF ve SCF arasında bitaraf (tarafsız) olacağı konusunda Okyar’ı temin ediyordu.

Nihayet, Halk Fırkası vekillerinin bir kısmının katılımıyla birlikte SCF, mecliste temsil olanağına haiz olarak kurulmuş oldu. Nuri Conker, Reşit Galip ve Ahmet Ağaoğlu gibi kurucu isimlerin yanı sıra Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım ve Aydın il Başkanı olarak Adnan Menderes de partideydi.

Parti programında Türk İnkılabı damgasının yanı sıra, klasik liberal vurgular yer alıyordu. Zira Atatürk, inkılabın korunmasına ve gelişimine büyük ehemmiyet göstermekte, bu konuda kaygı doğuracak herhangi bir yapıya müsaade etmeme fikrindeydi.[63] Bu durumda Atatürk’ün teşvikiyle kurulacak bir partinin nitelikleri rejimi; Atatürk’ün bu konudaki düşünceleri ise kendisini anlamak için önem teşkil etmektedir. İlk olarak SCF’nin güdümlü siyasal bir parti olduğu açıktır; ancak kuruluş yönteminden yola çıkarak öne sürülen birtakım iddiaların[64] aksine, SCF göstermelik/yapmacık bir teşekkül değildir. Atatürk’ün önerisi üzerine kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesini ilk kez programına alan[65] bu parti; kadrosu, faaliyetleri ve -en önemlisi- gördüğü ilgiyle gerçekten de muhalefet partisi olmaya muktedir olduğunu göstermiştir. Nitekim parti en başından, hükümete ve hükümeti meydana getiren CHF’ye gerçek ve efektif bir muhalefet sürdürmesi için kurulmuştur.

Atatürk’ün Okyar’a parti kurma fikrini ilk kez belirtirken söyledikleri bunu doğrulamaktadır:

“Memlekette muhalif bir fırka teşkil etmek lazımdır. Böyle bir fırka vücuda gelirse Meclis’te münakaşa daha serbest olur. Mesela, siz böyle bir fırkanın başına geçerseniz bildiklerinizi Meclis’te söylersiniz; bu suretle tatbikatta görülen birçok hataların önü alınmış olur.” [66]

Yukarıdaki alıntının evveline de temas etmek gerekir. Partiyi kurma fikrinin ilk dile getirildiği gün Atatürk, büyükelçi olarak görev yapan Fethi Okyar’a “hariçten vaziyeti” sormuş, buna özellikle iktisadi bakımdan oldukça olumsuz bir yanıt almıştır. Bunun yanı sıra Okyar, devletin içteki iktisadi ve mali politikalarından rahatsızlığını belirtmiştir. İkili, hükümet işleyişinin eksikleri konusunda mutabık olunca, mecliste bu konuların münakaşasının eksikliğinden, gerekliliğinden bahsetmişler ve Atatürk muhalefet partisi kurma fikrini bu vesileyle öne sürmüştür. Lakin bunun yanında bir sebep daha vardır:

Atatürk her ne kadar yıllardan beri kendisinin ve CHF’nin misyonunun bilincinde olsa da, ülkenin dışarıdan, diktatörlük rejimi biçiminde gözükmesinden pek memnun değildir. Zira diktatörlük rejimlerinde partilerin veya kişilerin ön planda olduğunu ve öngördükleri sistemlerin de kendi ömürleri kadar sürebileceğinin bilincindedir. Bu durumdan gayrimemnun olduğunu da yine aynı sohbetteki şu sözleriyle ortaya koyar:

“Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature (diktatörlük) manzarasıdır. Vakıa bir meclis vardır, fakat dahil ve hariçte bize dictateur (diktatör) nazariyle bakıyorlar. Geçen sene Ankara’yı ziyaret eden Emil Ludwig bana şekli idaremiz hakkında tuhaf sualler sormuş ve diktatörlüğümüze kanaat ederek geri dönmüş ve bu kanaatini de yazmıştır.

Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra  (…) millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o surette geçmek istemiyorum. (…) Cumhuriyeti şahısların hayatına bırakmak tehlikelidir. Cumhuriyeti şahsi idare şeklinden kurtararak gayrişahsi hale koymak hepimiz için bir vecibedir.” [67]

Alıntıdan anlaşılacağı üzere Atatürk; şayet bir diktatörlük mevcutsa bunun geçici, o dönem için rejimde şahsın ön plana çıkmasının olağan olduğunun, ancak bunun süreklilik arz etmemesi gerektiğinin; bunun için üstlendikleri vazifenin öneminin farkındadır. İşte bu yolda,  parti vasıtasıyla hem sistemi, hem de dışarıdan görünüşünü mümkün olduğu ölçüde demokratik biçime sokma amacı izlenmiştir. Sonuç olarak Atatürk, parlamenter rejime prova (hatta kimine göre doğrudan parlamenter rejim) niteliği taşıyan bu deneyimin iki mimarından biri olmuştur. Atatürk’e karşın, bu deneyimde CHF’nin rolü pek parlak olmayacaktır.

Partiler arasında tarafsız kalacağı öngörülen Atatürk, bir yandan da CHF genel başkanı olmayı sürdürmektedir. Bunun, partinin edindiği misyonla yakından ilgisi vardır. Esasen Okyar’ın kendisinden beklediği şey de tarafsız bir cumhurbaşkanı konumunda olması değil; iktidar partisinin  aktif siyasetine dahil olmaması, partinin önüne geçmemesi, siyasi bir rakip olarak kendisinin karşısına çıkmamasıdır.[68] Hakkı teslim etmek gerekir; Okyar siyasi rekabeti İsmet İnönü ve CHF ile sürdürmek istediğini, Atatürk’ü meclis müzakereleri esnasında veya medya yoluyla kendisinin karşısına çıkarmalarından endişe duyduğunu parti kurulmadan evvel ve kurulduktan sonra defalarca belirtmiştir.

SCF’nin dönüm noktası, eylül ayının meşhur İzmir gezisi ve İzmir mitingidir. 4 Eylül 1930 yılında İzmir’e varan Okyar, halkın büyük coşkusuyla karşılaşmıştır. Bu coşkulu karşılama üzerine İzmir valisi Kazım Dirik, Fethi Bey’in okumayı kararlaştırdığı nutkun güvenlik gerekçesiyle ertelendiğini bildirir. Durumu derhal Atatürk’e aktaran Fethi Bey’in aldığı yanıt ise, Atatürk’ün evvelinde verdiği sözü yerine getirmeye kararlı olduğunu göstermekteydi:

“İzmir Serbest Fırka Reisi Fethi Beyefendi Hazretleri’ne,                                                                                                     (Sureti Başvekil’e, Dahiliye vekiline ve İzmir valisine)

Anlıyorum ki, sana nutkunu söyletmek istemiyorlar. Fakat sen mutlaka nutkunu söyleyeceksin ve tesadüf edeceğin herhangi bir engeli bana bildireceksin. Asayişin temini için, Başvekil, Dahiliye vekili ve İzmir valisi lazım olan tedbirleri almakta mükelleftirler.

Gazi”  [69]

Nitekim bu mektup üzerine valinin tutumu yumuşamış olmasına rağmen İzmir, sonrasında oldukça acı olaylara sahne olmuştur. CHF il temsilcilerinden Sabri Bey’in SCF lehine ve CHF aleyhine slogan atanlara karşı “Namussuzlar!” diye bağırması, aynı gün Anadolu Matbaası’nın ve CHF binasının saldırıya uğramasına kadar varacak olayların fitilini ateşlemiştir. Sonuç olarak da halka müdahale edilmiş; bir partili ve 12 yaşındaki bir çocuk ölmüştür.

İlerideki süreç, Atatürk’te Türk İnkılabı’nın korunması kaygısını doğuracaktır. Kimi yazarlarca bu kaygının CHF’nin ileri gelenlerince kendisine aşılandığı, yani bir nevi Atatürk’ün “doldurulduğu” söylenir. Bu durum özellikle irticanın/tutucuların partide toplanması iddiaları üzerinedir. Sosyal bilimcilerin genel duruşu, tutucuların partide mevcudiyetini kabul etme yönündeyken[70]; bunu, iftira olarak veya Halk Fırkalıların o dönemki politik söylemlerinden ibaret görenler de vardır.

İzmir olaylarının ardından 9 Eylül’de Yusuf Nadi, Cumhuriyet gazetesi aracılığıyla Atatürk’e açık bir mektup yazmış, SCF ve CHF arasındaki tavrını belirtmesini istemiştir. Yusuf Nadi’nin “…Zat-ı Devletleri’ni başka ve yeni fırkaların kendilerine mal etmeye çalıştığını görerek (…) hakikati halin lütfü ifadesini istirham etmeye mecbur olduk.” ifadelerini kullandığı mektubunu Atatürk ertesi gün aynı gazetede yanıtlamıştır:

“…Hakikat-i hali, Fethi Beyefendi’ye yazdığım mektupta sarahaten (açıkça) ifade ettiğimi zannediyorum. (…) Hakikatı hali bir daha ifade ve tasrih edeyim: Ben Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Umumi Reisi’yim. Cumhuriyet Halk Fırkası, Anadolu’ya ilk ayak bastığım andan itibaren teşekkül edip benimle çalışan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin mevlüdidir. Bu teşekküle tarihen bağlıyım. Bu bağı çözmek için hiçbir sebep ve icap yoktur ve olamaz. (…) Benim bu esas vaziyetim, (…) bugünkü resmi vazifemin bana tahmil ettiği bitaraflığı ihlal edemez.

İzmir’de bir gazete idarehanesine ve Cumhuriyet Halk Fırkası Merkezi’ne, her ne sebep ve suretle olursa olsun, vuku bulmuş tecavüzlerden ve hükümet ricaline ve otoritesine karşı idraksizler tarafından yapılan çirkin tecavüzlerden çok müteessir olduğumu tahmin etmek güç değildir.”

Bu mektuptan anlaşılacağı üzere ve daha önce de belirtildiği gibi, Atatürk, inkılap sürecinin devamı ve sağlığı açısından kendisi ve CHF’nin arasındaki zorunlu bağın ve misyonun bilincindedir. Ayrıyeten, oluşan kaygıların esas kaynağının pek de “doldurulma” olmadığını bu mektup ortaya koymaktadır. Bir yandan CHF’ye bağlılığının gerekliliğini bildirmekte, bir yandan da iki parti arasındaki bitaraf tutumunu sürdüreceğinin güvencesini vermektedir. Fethi Okyar’ın anılarına göre Atatürk bu zaman diliminde cumhurbaşkanlığını bırakıp başbakan olarak siyaset yapmayı da düşünmüştür.[71]

SCF, ekim ayındaki belediye seçimlerine katılmış, 502 seçim bölgesinden 31’ini kazanmıştır. Seçim sürecinden muzdarip olan partililer, valiler ve devlet görevlilerince CHF lehine müdahaleler yapıldığından yakınmışlardır. Bu süreçte CHF yetkililerinin yaptığı propagandaların siyasi söylem vasfını taşıdığı söylenebilse de, seçmenlere manevi cebir uygulayarak yahut başka yöntemlerle seçim sürecini domine etmelerinin pek adil olduğu söylenemez.[72] Atatürk de bu durumun farkındadır, Hasan Rıza Soyak ile arasında geçen bu diyalog da en açık kanıtıdır. Belediye seçimleriyle ilgili “Hangi fırka kazanıyor?” sorusuna “Tabiki de bizim fırka paşam.” yanıtını veren Soyak’a şu yanıtı vermiştir:

 “Hayır efendim, hiç de öyle değil! Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim; kazanan ‘İdare Fırkasıdır’ çocuk. Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler… bunu bilesin.” [73]

1 Kasım 1930’daki TBMM açılış konuşmasında Atatürk, belediye seçimlerine de değinmiştir:

“(…) Siyasi hayatımızda yeniden fırkaların zuhuru, memlekette belediye intihaplarına tekaddüm eden yakın günlerde vuku buldu. Bu münasebetle dikkate şayan safhaların şahidi olduk. Bu müşahedelerin verdiği tecrübelerden Türk Milleti, Cumhuriyetin baka ve inkişafı için istifade etmelidir.

(…) Muhterem efendiler, Üçüncü Büyük Millet Meclisinin feyizli ve vatanperverane faaliyeti bu devrede nihayet bulduktan sonra seçimlere gideceğiz. Geçen tecrübeler, gelecek seçimlerde vatandaş reyinin emniyet ve samimiyetle tezahür etmesini temin için kanuni ve idari tedbirlerin inkışafını ve fırkaların bizzat ittihaz edecekleri salim ve isabetli hareketleri göstermiş olacaktır.” [74]

Belediye seçimlerinin ardından Fethi Okyar itiraz edecek, seçim sürecinde hükümet kuvvetlerinin Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya tarafınca kullanılmasından dem vuracaktır. Bu vesileyle CHF’ye karşı gensoru önergesi verilmiştir. 15 Kasım’daki gensoru görüşmelerinde çok ateşli tartışmalar dönmüş, muhtelif Halk Fırkalılarca Okyar’a amansız ithamlarda bulunulmuştur. En sonunda iddiaların, SCF’nin direk olarak Atatürk’e karşı olan çıkan bir fırka olduğu şekline bürünmesi üzerine Fethi Okyar’ın en büyük çekincelerinden birisi meydana gelmiş ve bir gün sonra Atatürk ile görüşen Okyar, partinin kapatılmasına karar vermiştir. Ertesi gün de, fesih kararını bildiren yazı İçişleri Bakanlığı’na gönderilmiş ve  SCF kendi kendini kapatmıştır. [75]

Başarısızlıkla sonlanan SCF deneyimi içerisinde, CHF’nin, İzmir olayları ve belediye seçimlerinde parti yetkililerinin doğurduğu fırsat eşitsizliği göz önüne alındığında, bu parlamenter rejim provasında sınıfta kaldığını belirtmek gerekir. Buna karşın Türk İnkılabı’nın planlayıcısı ve başatı Atatürk, müzakere ortamını oluşturmak için bizzat temin ettiği muhalefete ve partinin lideri olan Fethi Okyar’a desteğini sürdürmüştür. Atatürk en son noktada bile Milli Blok[76] gibi bir fikri ortaya atmış; ancak bu fikir CHF’den kabul görmemiştir. Bu dönemle ilgili vurgulanması gereken diğer nokta, Takrir-i Sükun dönemiyle özgürlüklere getirilen kısıtlamaların bu dönem oldukça hafiflediği, bundan sonraki dönem de Takrir-i Sükun döneminden -yer yer- daha yumuşak bir biçime büründüğüdür. Gerçekten de  var olduğu süre içerisinde SCF, Türkiye’deki basın hayatını büyük ölçüde renklendirmişti.[77]

Kemalist Türkiye Üzerine Rejim Değerlendirilmesi

SCF deneyiminin olumsuz sonuçlanmasından pek kısa süre sonra, 23 Aralık 1930’da, baştan aşağı irticai nitelik taşıyan Menemen vakasının gerçekleşmiş olması da toplumun hangi yapıları barındırdığına, rejimin (bir otorite boşluğu olması halinde) ne yönden tehlikede olduğuna işaret etmekteydi. Ayrıca yöre halkından bazı kimselerin de bu eylemi tasvipkar tavır takınmaları, bu isyanın ciddi bir toplumsal boyutunun mevcut olduğunu göstermekteydi.[78] O halde gerçek anlamda demokrasinin tatbiki gayesiyle bir muhalefet partisinin iktidar yarışımına müsaade edilmesi, her halukarda o partinin tek alternatif olmasından ötürü irticacıların ilgi kaynağı olması sonucunu doğuracaktı. Ki evvelinde doğurmuştu da. Öyleyse, partilerin rekabetine müsaade etmeden önce, ulusal bilince sahip bir demokratik toplumu yaratma idealine odaklanılmalıydı.

Atatürk’ün ve CHF’nin 1930 sonrasında çok partili rejimi geçici süreliğine “bir kenara bırakmalarının” dayanağı bu olmuştur. Lakin bu durum, meclis içi muhalefete ve müzakereye artık önem verilmediğini ya da inkılabın korunması maksadıyla bu ikilinin geri plana atıldığını göstermez. Zira Atatürk’ün 1931 genel seçimlerindeki stratejisi oldukça ilginçtir:

Atatürk ayrı bir partinin muhalefetinin söz konusu olmadığını görünce, meclisin denetlenmesi için bağımsız milletvekillerini aday gösterme fikrini öne sürer. İkinci seçmenlere yayınladığı beyanname şu şekildedir:

Cumhuriyet Halk Fırkası’na mensup muhterem ikinci seçmen arkadaşlarıma! Cumhuriyet Halk Fırkası namına bazı seçim çevrelerinde eksik aday göstereceğime dair 15.4.1931 tarihli Başkanlık Divanı kararı malumunuz olmuştur. Fırkamız daima adaylarımızı, oylarınıza sunduğum bugün, aynı noktaya değinmeyi uygun gördüm; Fırkamızın millete sunduğu esas noktalar dahilindeki mesai ve faaliyetin bizim fikrimize ve görüşümüze katılmayan milletvekilleri tarafından tahlil ve tenkit edilmesini iltizam ediyoruz. Bundan özellikle beklediğimiz fayda, Fırkamızın candan, vatanperverane gayretlerinin gösterilmesine, yayılmasına fırsat bulmak ve ekseriya tahrif edilen gerçeklerin iyice anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Yaptığını bilen ve hizmet yolunda tedbirlerine inanan mefkureciler olarak, kendimizi eleştiriye muhatap kılmayı lüzumlu görüyoruz. Bu sebepledir ki, sizden, Fırkama mensup arkadaşlarımdan, bizim programımıza taraftar olmayan adaylara oy vermeniz gibi ağır bir fedakarlık istedim. Bu fedakarlığın memleket için, fırkamızdan mebus seçmek vazifeniz kadar mühim bir maksada matuf olduğuna emin olunuz. başka programdan seçeceğiniz mebuslar için fırkamın ikinci seçmenlerine dikkat noktası olarak gösterdiğim nitelik; yalnı laik, cumhuriyetçi, milliyetçi ve samimi olmaktır. Açık bıraktığım yerler için hiçbir şahsiyet lehinde veya aleyhinde herhangi bir telkinim yoktur ve olmayacaktır; açık yerlere adaylıklarını koyacaklar hakkında, vicdani kanaatinize göre oy vermek özellikle rica ettiğim husustur.” [79]

1935 yılına uzanan süreçte Türk Ocakları’nın CHP bünyesinde sindirilmesi (kapatılması) ve Halkevleri’nin kurulmuş olması gelişmelerinden bahsetmekte de yarar vardır. Türk Ocakları’na ikame olarak Halkevleri’nin kurulmuş olması, özellikle 1930 sonrasında totaliter yönde bir eğilimin/değişimin mevcut olduğu düşüncesinde olanların başlıca dayanaklarından birisidir. Halkevleri ile totaliter rejimlerin mobilizasyoncu kurumları arasında benzerlik kurmadan önce, bu kurumların içeriğini ve felsefesini bilmek gerektiği kanaatindeyim. Kurumun faaliyet alanlarını (okuma yazma kursları, spor, köycülük, müzecilik, sanat vb.) hatıra getirmek de bu konuda belirleyici olacaktır. Nitekim halkevlerinin, demokratik-çağdaş topluma erişmeyi amaç edinen devrimlerin halkça benimsenmesi; Ergun Özbudun’un deyimiyle “sosyal özgürleşme ve genel kültür seviyesini yükseltme” amacına hizmet ettikleri açıktır.[80] Bu durumda totaliter rejimlerdeki ideoloji aşılama durumunun söz konusu olmadığını söylemeliyim.

1935 sonrası için söz konusu olan tartışma ise, devlet-parti kaynaşması durumudur. CHF’nin (CHP adını aldığı) Dördüncü Büyük Kongresi’nde, parti genel sekreterliği görevinin İçişleri Bakanı tarafından, parti il başkanlığı görevinin ise valilerce ifa edilmesi, ayrıca öncesinde parti programına dahil edilen ilkelerin “Kemalizm prensipleri” adını alıp daha sonra anayasaya dahil edilmesi de rejime dair yeni iddiaların başlıca dayanakları olmuştur. Daha sonra değinileceği üzere zaten faşizm ve korporatizme yakın öngörü ve fikirleri olan Recep Peker’ce “parti devleti” olarak anılmasına ve Taha Parla gibi kimi yazarlarca partinin devlet üzerine tahakküm kurduğunun belirtilmesine karşın Bülent Tanör, bu kaynaşmada devletin üstün çıktığını, partiyi sindirdiğini belirtir ve teşekkül eden vaziyete “devlet partisi” demeyi uygun bulur.[81] Sina Akşin de aynı düşünceyi şu cümlelerle ifade eder:

“Bu kimilerine belki otoriterliğin bütüncüllüğe (totaliterliğe) varan bir derecesi olarak görülebilirse de, aslında tam tersine, devletin partiyi yutması olarak yorumlanmalıdır. (…) Yani bütüncül (totaliter) düzendekinin aksine, devlet partileşmiyor; parti devletleşiyor ve böylece etkisini yitiriyordu.” [82]

Ahmet İnsel ise bu süreci şu şekilde yorumlar:

“CHF’nin 1931’de toplanan III. Kongresiyle biçimlenen ‘oybirlikli demokrasi’ 1935’de IV. kongrede partinin devlete bütünüyle el koyması noktasına gelir. Ama bunu izleyen bir yıl içinde, kutsal devlet geleneğinin biçimlendirdiği otoriter gelenek, faşizan-totaliter eğilime üstün çıkarak, partinin görece özerk varlığına da katlanamayarak, partiyi devletin içinde özümler.” [83]

Görüldüğü üzere İnsel de bu konuda fikir belirtenlerin çoğunluğu gibi parti-devlet kaynaşması neticesinde devletin üstün çıktığını kabul etmektedir.  Faşizan ve totaliter bir eğilimin mevcut olduğunu öne sürmekte, bu eğilime üstün çıkan bir kutsal devlet “geleneğinden” söz etmektedir. Ahmet İnsel burada, cumhuriyeti kuranlarca, söz konusu “kutsal” devlet geleneğinin yıllar evvel tümden reddedildiğini, monarkta vücut bulan, ayrıyeten ilahi bir meşruluktan da kaynaklanan iktidarın cumhuriyet devrimi vasıtasıyla dünyevileştirildiğini ve defalarca, herhangi bir ortağı olmaksızın ulus egemenliğinden söz edildiğini dikkate almamaktadır.[84]

Recep Peker’in ve Kadro hareketinin ise, gerçekten iddia edilen biçimde eğilimlerinin olduğu gerçektir. Lakin daha sonra değinilecek bu eğilimler, Atatürk’ün bunlara karşı durması sonucu vücut bulmamıştır. Parti programında “Kemalizm” (programa Kamâlizm olarak yazılır) ismiyle biçimlenen prensiplere bir ideoloji adı verilirse de -ben de bunu münasip görenlerdenim- totaliter rejimden söz edebilmek için şahlandırılmış bir partinin ideolojisinden söz etmek gerekmekteydi; devletin kaynaşmadan üstün çıktığını kabul ettiğimiz vakit böyle bir çıktıya ulaşamıyoruz. Öte yandan Kemalizmin zaten doktrine edilmiş, katı bir ideoloji olmayışı[85]; bunun aksine demokratik rejime ve topluma varması öngörülen rejimin ve toplum yapısının meydana gelmesini odağına almış olduğu[86] göz önüne alınırsa, otorite tarafınca, herhangi bir biçimde totaliter eğilimin benimsenmediğini kabul etmek doğru olacaktır.

Tüm bu süreçleri göz önüne alarak Türkiye’nin rejimini belirlemeye ve değerlendirmeye gelince, yerli-yabancı birçok siyaset bilimcinin ve hukukçunun rejimle ilgili birçok saptama yapmış olduğunu belirtmek gerekir. İlk olarak genel kabul, rejimin      otoriter rejim tipolojisinin içine girdiği yönündedir.[87] Bunların düşünceleri, otoritenin nasıl kullanıldığına ve otoriter rejimin konsolidasyon anı gibi konularda değişiklik gösterir. Ergun Özbudun, TCF’nin kapatılmasını otoriter tek parti rejiminin konsolidasyonu; Takrir-i Sükun kanununu da konsolidasyon aracı olarak yorumlar.[88] Bülent Tanör ise konsolidasyonun 1930 yılında SCF’nin kendini feshetmesinin ardından sağlandığını belirtir.[89]

Rejimde, özellikle belli başlı kesimlerin hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması, çoğulculuğu sınırlı bir hale sokmuştur. Rejimin söz konusu olduğu dönemde, ideoloji olacak tutarlılık ve detayda bir düşünce sistemi söz konusu değildi; Kemalizm kanaatimce bir ideolojidir fakat Linz’in totaliter ve otoriter rejimleri tanımlamak için öngördüğü zihniyet-ideoloji ayrımında, CHP’nin programında benimsenip anayasaya eklenen ilkeler dahi ancak ve ancak demokrat ve inkılapçı bir zihniyeti çağrıştırmaktaydı. Totaliter rejimlerin ideolojileri ile Kemalizmin farklarına ileride değineceğim. Son olarak, mobilizasyonun düşük olması, yapılan suni mobilizasyonun da bir ideolojiyi aşılamaktan ziyade toplumu eğitme ve çağdaşlaştırmaya yönelik olması ile ifade edilebilir.

Türkiye rejimini; diktatörlük rejimlerinin konsolide olma, otoriteyi sağlama ve pekiştirme araçları bakımından da değerlendirmek gerekirse; askerin rolü, şiddete ne zaman ve niçin başvurulduğu, devlet terörünün mevcut olup olmadığı hususları önem taşımaktadır.

Şiddet; kasıt dışı sapmalar haricinde yalnızca hedefine uygulanmıştır ve burada devlet teröründen söz edilemez. şiddetin hedefinin yalnız failler olduğu görülür.  İsyanlar arasında bastırılış yöntemi ve şiddetin hedefinin tartışma konusu olduğu tek olay “Dersim Ayaklanmasıdır. Kurtuluş-kuruluş sürecinde çıkan tüm isyanların -özellikle Şeyh Sait isyanının- boyutu ve nitelikleri, bunların yanında devlet ile (genelde isyan eden özneler olan) aşiretlerin çatışan çıkarlarının ne olduğunu ele almak ve şiddeti ona göre merceğe almak elzemdir.

Lozan görüşmelerinde öne sürülen, düşmanla iş birliği yapanlara ilişkin genel af taahhüdünde, istisnai olarak belirlenmiş kimselerden oluşan, 23 Nisan 1924 tarihli 150’likler listesi, konu olan isimlerin sırf sürgününü öngörmesi açısından oldukça hafiftir. Bundan 14 yıl sonra da bu isimlerin affedilme durumu söz konusudur.

Rejim, otoriter rejimlerin uygulamadaki asgari şartı olarak ele alabileceğimiz gibi, bazı hak ve özgürlüklerin kullanılışı (özellikle basın özgürlüğü) bakımından pek parlak bir durumda değildir. Çoğunlukla irticai nitelikli karşı devrim ve isyan girişimleri de bu kısıtlamaların esaslı kaynaklarındandır. Topluma, o sıra kullanamadıkları ve devrimler neticesinde elde edecekleri öngörülen daha fazla hakkı, demokratik bir toplumda kullandırmak adına yapılan bir fedakarlık olarak düşünülebilir.[90]

Rejimde askerin rolü ise gölgededir. Otoriter rejimlerde sıklıkla görülen; vücut bulmuş totaliter rejimlerin ise adeta kimliği haline gelmiş olan “militarizm” unsurları mevcut değildir. Birçok isyan ve başka olağanüstü süreçleri tecrübe etmiş olmasına rağmen Türk İnkılabı sürecinde askeri unsur geri plandadır ve otoritede pay sahibi değildir; aksine kurulmuş olan sivil otoriteye tabidir ve rejimin bekçisidir.[91] Bunda başkomutanın karizmasının ve başkomutana duyulan bağlılığın da büyük payı vardır. Atatürk’ün İttihat ve Terakki döneminden beri ısrarla vurguladığı ordu-siyaset ayrılığı da 1924’te hayata geçmiştir.

Atatürk döneminin, rejimin otoriter olarak anılmasının yanında, doğrudan Türk İnkılabı’ndan kaynaklanan, hatta sonrasında 3. Dünya ülkelerine de örnek teşkil edecek bazı özgün nitelikleri vardır. Bu konuda yapılmış tespitlerden en temeli Duverger’e aittir.

1950 ve sonrasında Türkiye ziyaretlerinde bulunan Maurice Duverger, ilk olarak  Türkiye’deki inkılap sürecinin inkışafını incelemiş[92]; Halk Fırkası’nın ve Atatürk’ün misyonunu tespit etmiştir. Bir yandan ise inkılap deneyiminin müktesebatını gözden geçirmiş ve üç kavram (diktatörlük, tek parti, yöntem) yönünden ele alabileceğimiz yeni tipler ortaya çıkmıştır.

Duverger;

  • Diktatörlük açısından, devrimci diktatörlüğün özgün bir modeli olarak “kemalist devrimci diktatörlük” olarak andığı bir tipten bahseder.
  • Tek parti tipi olarak ise, CHF’yi ele alır ve “kemalist tek parti” olarak nitelendirir.
  • Devrim metodu olarak “kemalist yöntem” dediği bir yoldan bahseder. Buna göre kemalist yöntem, geri kalmış ülkelerin demokratik topluma ve demokratik rejime erişebilmek için başvurabilecekleri, özgün bir metottur. Kemalist rejim, devrimci bir diktatörlük olarak anılabilmesinin yanında, liberal demokrasiye geçişi öngören bir okul olarak ele alınmaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye’deki bu özgün gelişimin geri kalmış ülkelere örnek olabileceğini belirtir ve şu ifadelere yer verir:

“Diktatörlüklerin üçüncü bir teorisi, hazırlanma safhasındadır: bu teori az gelişmiş ülkelere ilişkin bulunuyor. Türkiye’de Mustafa Kemal, batılı tipte müstakbel bir siyasi demokrasinin şartlarını hazırlamak için tek partinin Leninci usullerini kullanmıştır. O, bunu ampirik (deneysel) olarak yaptı; denemesinin ideolojisi ancak sonradan hazırlanmıştır.

Nüfusun büyük çoğunluğunun cahil, geri kalmış, okumaz-yazmaz olduğu feodal ve tarımcı bir ülkede çok partili ve serbest seçimli batılı bir sistemin hiçbir anlamı yoktur. (…) Demokrasiyi kurmadan önce bunun şartlarını yaratmak gerekirdi: devrimci Kemalist diktatörlüğün amacı işte budur. Tek parti, halk yığınlarının siyasi eğitimini sağlamaya, (…) ülkeyi batılı demokratik usullere alıştırmaya yarar. (…)

Kemalist tipten tek partiler (diğer tek partilere nazaran) çok daha belirsiz bir yapıya sahiptir. Memleketin demokratik eğitimi ancak, geçiş (intikal) devrinin siyasi yekpareliği çok ileri vardırılmazsa mümkün olur. Şu halde parti, (…) bir doktrine sahip olmadan oldukça yumuşak bir şekilde teşkilatlandırılmalıdır. (…) Böylece demokratik tartışma, halk buna gerçekten katılmaya kabiliyetli hale geldikçe gelişebilir. Bu evrim şeması Türkiye’de uygulanmıştır: savaş arefesinde oldukça net bulunan iç ‘eğilimler’ sonradan bir çok parti halinde bölünmüşlerdir. 1950 seçimlerinde muhalefetin zaferiyle Türk diktatörlüğü batılı bir demokrasiye dönüşmüştür.” [93]

Bülent Tanör de Duverger’ı onaylar nitelikte, rejimin totaliter olmadığı yönünde fikir belirtmesinin yanı sıra, partinin de böyle bir eğiliminin olmadığını şu şekilde açıklar:

“Bir kere ortada teorileştirilip kalıplanmış bir öğreti (doktrin) ya da ideoloji bulunduğu söylenemez. (…) Rejim ve iktidar, millet egemenliği, seçimler ve meclis üstünlüğü gibi esaslara dayanır. Irk, sınıf ya da parti hegemonyası söz konusu değildir. (…) Rejim tek partilidir, ama bu geçici bir model olarak öngörülmektedir. (…) Tek parti içinde katı bir disiplin görülmez, parti bütün ülkeyi güdümleyen derin ve yaygın bir örgüt değildir. (…) Totaliter partilerden farklı olarak CHP’nin milisleri, hücreleri, üye üniformaları, gösteri yürüyüşleri yoktur. Yurttaşlar partiye kolayca üye olabilir.” [94]

1939 yılında CHP’nin içinden oluşturulan “Müstakil Grup” da meclisin ve hükümetin denetimi için öngörülmüş bir milletvekili grubuydu. CHP Meclis Grubu’nda görüş belirtemeyip oy verememekte; Meclis Genel Kurulu’nda ise parlamentonun hükümeti denetim araçlarından (güvensizlik önergesi, gensoru ve soru) yararlanabilmektelerdi. 1946 yılına kadar varlığını sürdüren grup, Demokrat Parti kurulduğunda (1946) görevini tamamlaması dolayısıyla lağvedildi.[95] Yani tekrardan görülüyor ki, mecliste müzakere ortamının varlığı ve iktidarın denetlenmesi, zaten Atatürk’ün ve CHP’nin prensip olarak erindiği hususlar değillerdir.

Ayrıyeten, 1924 Anayasası’nın “demokratik ruhlu” bir anayasa olduğunu ve metinde tanınan haklar & özgürlükler bakımından 19. yüzyıl liberalizmini andırdığını, rejimin çekirdeğinde demokrasi ilkesinin yatıyor olduğunu hatırlatmakta yarar vardır.


Başlık, Türkiye’deki otoriter rejimin meşruluğu yönünden tartışılırken, genel itibariyle Türk İnkılabı sürecindeki devrimlerin gerçekleştirilebilmesi için bu tür bir yöntemin benimsenmesinin kaçınılmaz olduğu dile getirilir. Halil İnalcık, devrimlerin içerik yönünden doğruluğunu tartışma dışı bıraktığı bir ifadesinde, devrimlerin yöntemine sebep-dayanak öne sürerken çok doğru bir yere temas eder:

“Atatürk devrimi, Türk-Müslüman toplumunun hayatını temelinden değiştirmiştir. Türkiye’de laikleşme, 250 yıl önce Batı’da olduğundan daha derin sarsıntılar ve şiddetli mukavemetler doğurmuştur: Değişme ani ve sert olduğundan yabancı medeniyete karşı direnmenin bütün birikmiş kuvvetleri harekete geçmiştir.” [96]

Meşruluk konusundaki görüşler ekseriyetle “vesayet” kavramı üzerinden şekillenir. Liberal demokrasi için gerekli temelleri oluşturmak maksadıyla devrimlerin yapılmış olması; bunların muvaffak olabilmesinin de otoriter rejimi ve yöntemleri gerektirmiş olması otoriter tipte bir vesayet rejimini meydana getirmiştir. Vesayet rejiminin, demokrasinin oturması bakımından nasıl rol aldığı ise epey tartışma konusu olmuştur. Örneğin Taha Parla, Levent Köker, Ahmet İnsel, Erik J. Zürcher vesayet rejiminin devlet üzerinde bir tür otorite aurası/izi/kırıntısı bıraktığı ve bunun sonraki tüm antidemokratik gelişmelere sirayet ettiği görüşlerini taşımaktadırlar. Buna karşın Tarık Z. Tunaya ve Maurice Duverger ise farklı fikirdedirler; otoriter rejim sadece bir yöntemdir ve CHF, misyonunu yerine getirmiştir.

Şayet vesayet rejiminden arta kalan durumun varlığı kabul edilse bile, CHP’nin veya Atatürk’ün kusurunun ne olduğu yönünde çıkarım yapabilme adına sorulması gereken esas soru şu olmalıdır: Atatürk veya CHP bu durumu öngörmüş veya istemiş midir? Duverger’ın tutumunu bu sefer farklı bir eserinden ele alabiliriz; Siyasi Partiler isimli kitabında Kemalist devrim ve parti için şunları söyler:

“… Bu partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisindedir. (…) Partinin yönetici kadrolarının anti klerikal ve akılcı (rasyonal) tutumu, onları açıkça 19. yüzyıl liberalizmine yaklaştırmıştır; milliyetçilikleri bile, 1848’de Avrupa’yı çalkalandırmış olan akımdan pek farklı değildir. Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır. (…)

Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş; onu, sınıfsız bir toplumun varlığıyla ya da parlamenter çekişmeleri ve liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, hatta utanç duymuştur. (…) Potansiyel demokrasi fikri tebessümle karşılanabilir; plüralizm yönünde gelişen tek parti fikri, şüphe uyandırabilir. Ancak her iki fikir de olgusal bir temele dayanmaktadır. Bu temel, 1950’de muhalefetin barışçı zaferiyle sonuçlanan, 1923 sonrası Türk evrimidir: Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız şekilde, tek parti sisteminden plüralizme geçmiştir.” [97]

1960 darbesi için öne sürülen meşruiyet dayanakları ve “kemalist vesayet” söylemleri göz önüne alındığında, Kemalizmin burada -bunu amaçlasa da amaçlamasa da- gördüğü işlev tartışılabilir. Lakin 1982  Anayasasının otoriteyi yüceltici ruhunu bile Türk İnkılabı sürecindeki vesayet rejiminin varlığına dayandırmak, kanımca bayağı zorlama olur. Rejime “otoriter rejim” demekten öteye gitmek istenmesi, rejimin vesayetçi niteliğinin sorgulanması, Türk devlet bürokrasisine, CHP’ye ve Atatürk’e dair daha derin araştırmalar yapmayı gerektirir.[98] Ayrıntılara girmek yazının konusunu aşacağından ötürü, bu konuda Duverger ile aynı fikirde olduğumu belirtmem yeterli olacaktır.

 Atatürk’ün CHP’yi ne olarak kurduğu-planladığı ise, CHP’nin niteliğinin dışında kalan bir konu olup, Atatürk’e dair çıkarım yaparken kullanılabilecek bir veridir.

 

Atatürk’ün Rejimdeki Rolü ve Diktatörlük Değerlendirmesi

Bir devletin rejimini “diktatörlük rejimi” olarak nitelendirmek ile, bir kişiye “diktatör” sıfatını yakıştırmak arasında derin farklar vardır. Roma’nın cumhuriyet devrinde, Caesar deneyiminin ardından tiranlığı karşılayacak şekilde bir anlam kayması yaşamış olan diktatörlük kavramının -yazının ilk kısımlarında belli başlı örnekleri verildiği üzere- kuramlaşması; bir devletin -ampirik birtakım şartlara göre değerlendirme neticesinde- rejimine tanı koymayı kolaylaştırmaktadır. Bu bağlamda devleti değerlendirdiğimiz kıstas, kapsayıcı tabirle realitedir.[99]

Demokrasi tarihinin müktesebatının oluşturduğu ayırt edici noktalar dikkate alındığında, Atatürk döneminin Türkiye’sinin, başta çok partili olmayışıyla ve hak ve özgürlüklere yönelik tutumuyla “demokratik rejim” olarak nitelendirilemeyeceği sonucuna varmak mümkündür.[100] Baskın fikrin ve olguların “otoriter rejim”[101] olarak değerlendirmek yönünde olduğunu da önceki bölümde belirtmiştim. Dönem itibariyle muadili-çağdaşı olan devletlerin büyük bir kısmında demokrasi açısından gerileme ve baskı rejimlerinin yerleşmesi, demokratik olarak tanımlanacak devletlerin sayısının azlığı[102] öne sürülerek Türkiye de dünyadaki diktatörlük furyası içinde eritilmeye, demokratiklik adına başka bir parametre öne sürülmeye çalışılabilir. Ancak kanımca bu kolaya kaçmaktır ve Türkiye’nin kendine özgü durumunu gözardı etmeye yol açabilmektedir. Bu durumun nasıl meydana geldiğinin daha iyi anlaşılması maksadıyla, Türk İnkılabı’nın ve otoritenin nasıl ve hangi koşullara bağlı olarak gelişim gösterdiğini “Türk İnkılabına Paralel Olarak Rejim İncelemesi” başlığı altında izah etmeye çalıştım.

İnkılap sürecindeki Türkiye’yi farklı kılan gerçek, bir otoriter rejim oluşu değil; otoriter rejim olmasının altında yatan menşedir. Atatürk, menşeyi; cumhuriyetin “kurucusu” ve devrimlerin büyük ölçüde “planlayıcısı” olarak bizzat meydana getirmekte; bunun için de otoriteyi mecburi olarak, kısmen de meclis eliyle kullanmaktadır.

 

Otorite-Meşruluk Tipolojisi Bakımından Atatürk ve Tutumu

Weber’in meşruluk ve otorite tipolojisi açısından Atatürk’e dair bir değerlendirme yapmak icap eder. Burada sadece otoritenin kullanılışındaki şekle, otoritenin meşruluk dayanağına bakılır. Yani karizmatik otoriteye sahip kişinin, aynı zamanda demokrasi saikini de barındırıyor olması bir anlam ifade etmez. Tahmin edileceği üzere buradaki genel eğilim Atatürk’ü karizmatik otorite ile anmak  yönündedir. [103]

Atatürk’ün eylemleri ve karakteri, gerçekten de karizmatik otoriteyi-meşruluğu karşılamaktadır; ancak Sulhi Dönmezer farklı bir açıyla yaklaşır ve Atatürk’ün politik hamlelerini göstererek, onun tesis etmek istediği ve tesis ettiği otoritenin rasyonel-yasal otorite olduğunu öne sürerek farklı bir kanaat belirtir. Ona göre Atatürk bu otoriteyi tesis ederken toplumsal koşulların doğurmuş olduğu karizmasından yararlanmıştır.[104] Hatırlanacağı üzere, rasyonel-yasal otoriteden söz edilebilmesi için, kullanılan yetkilerin kurallardan kaynaklanıyor oluşu aranır. Otoritenin kaynağını kurallar oluşturur ve otoriteyi, yine kurallar çerçevesinde hareket eden siyasal erkler kullanır. Dönmezer, Atatürk’ün bu konudaki tutumunu belirtirken, kurtuluş savaşının başındaki icraatını göz önüne alır:

“Mustafa Kemal Atatürk’ün daha işin başlangıcındaki temel misyonu bu mukavemet hareketlerini güçlendirmek, sosyolojik anlamda hemen yapılaştırmak ve meşru bir otoriteye (TBMM) bağlamak olmuştur. (…) Atatürk milli hareketin daha başlangıcından itibaren bir karizmatik iktidarın tesisi peşinde olmamıştır. [105]

En olağanüstü koşullarda bile, Birinci Dünya Savaşı’ndaki komutanlık başarılarının ve eşsiz karakterin şekillendirdiği karizma, meclisin kuruluşuna hizmet etmiştir ve savaşı meclisle birlikte idare etmesine vesile olmuştur.  Atatürk bundan sonrasında da, kendi döneminde en güçlü erk olan meclisin varlığını ve etkinliğini hep savunmuştur. Falih Rıfkı’nın Atatürk ile ilgili söylediği söz de bunu doğrulayan bir tanıklık olarak dikkate alınabilir:

 “Çok defa kendisine: ‘Yollayın bir bölük asker, dağıtın bu Meclisi!’ diyen yakın arkadaşları olmuştur. Hiç bir gün Meclissiz kalmayı hatıra getirmemiştir.” [106]

Atatürk’ün ömür boyu cumhurbaşkanlığı tekliflerini reddetmesi[107], savaş döneminde başkomutanlığa kanunla gelmiş olması ve kullandığı yetkilerin yasallığı,  otoritenin hukuki kurum ve normlara dayalı kullanıldığına dair örneklerdir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus şudur ki, yetki ve fiillerin dayandırıldığı kurumlar ve kurallar, her ne kadar teoride bunlara bağlılık benimsense ve meclis üstünlüğü defalarca vurgulansa da; olgusal olarak otoriter rejimin unsurlarıdırlar ve lider(ler)e bağlıdırlar.[108] Öte yandan mecliste müzakerenin ve yer yer de muhalefetin var olduğunu ve oluşturulmak istendiğini önceden belirtmiştim. Nihayet, rejimin olgusal durumu; kullanılan yetkilerin rasyonel-yasal meşruluğa dayanmış olduğu konusunu muğlaklaştırmaktadır.

Toplumsal yapıda köklü değişiklikler meydana getiren inkılap süreçleri ile karizmatik otorite birbirinin olmazsa olmazı iken [109], ayrıca Atatürk dönemindeki mevcut otorite geçici bir şahsiliğe dayanıyorken, en önemlisi de Atatürk’ün; şahsiliğin mevcudiyetini kabul etmesi ve hatta parti ile kendisinin misyonuna dair ileride değineceğim çıkarımları dikkate alındığında,

  • Birinci mecliste karizmanın etkisine karşın meclisin genel itibariyle üstün oluşu ve çoğulcu yapı dolayısıyla rasyonel-yasal otoriteden;
  • İkinci meclis ve sonrası için ise devrim süreci ve kendisinin etkin rol oynadığı otoriter rejimin mevcudiyeti dolayısıyla karizmatik otorite-meşruluktan söz etmek daha yerinde olacaktır.

 

Atatürk’ün Liderliği

Liderliği, devrimin olmazsa olmaz koşullarından birisi olarak ele aldığımız vakit, Türk İnkılabı’ndan söz edebilmek için sivrilen ve öne çıkan bir figürün, bir liderin varlığının kaçınılmaz olduğu su götürmeyecektir.

Atatürk karizmasını Osmanlı Devleti’nin bir komutanı olarak yer aldığı ve büyük başarılara imza attığı savaşlarda temin etmiş, ancak İttihat ve Terakki ile düştüğü fikir ayrılıklarından, bir otorite boşluğunun söz konusu olmayışından; cemiyet/parti içinde otoriteyi sağlamış güçlü karizmatik liderlerin mevcut olmasından dolayı otorite bakımından söz hakkı olmamış ve sindirilmiştir. Atatürk liderliğinin ortaya çıkışı için Kurtuluş Savaşı bir fırsat ve bir dönüm noktasıdır.

Otoriteyi elde ettikten sonra ise amaç gündeme gelir. Önceden belirtmiş olduğum gibi, Atatürk amacını zaten otoriteyi elde etmeden evvel belirlemiştir: Siyasal yapıyı bir cumhuriyet kılmak; toplumsal yapıyı ise muasır medeniyetler seviyesine erişecek şekilde değiştirmek. Bu terimlerin karşılığı sırasıyla demokratik rejim ve demokratik toplumdur.[110]

Demokratik ve diktatör liderlik açısından Atatürk’ü değerlendirirken, liderin kurallara ve demokratik kuruma dayanarak mı hareket ettiği, yoksa liderliği kuvvet kullanarak sağlayıp yine kuvvet kullanarak mı sürdürdüğü dikkate alınır. Ayrıca diktatörlük, sosyal çözülme alametlerinden birisi olarak görülür.[111] Atatürk bu iki tip bakımından değerlendirilirken, otoritede pay sahibi olduğu tüm zaman dilimleri için tek bir yaklaşım öne sürmek sakıncalı olur. Ama yetki ve eylemlerini kuruma ve hukuka dayanarak meşrulaştırmak, faaliyetlerini bu sınırlarda gerçekleştirmek istemesi[112], müzakereye (danışmaya) gerçekten büyük önem veriyor oluşu[113] ve en önemlisi de,  demokrasinin belirtisi olarak öne sürülen; önceki devlet otoritesinden bu yana var olan sosyal çözülmeyi giderme yolundaki titiz eylem-devrim planı, Atatürk’ün eylemsel liderliğinin büyük kısmını demokratik liderlik olarak anmayı gerektirmektedir. Başka bir deyişle, Atatürk’ün otoriter yöntemi sosyal çözülme meydana getirmez; önceden var olan sosyal çözülmeyi ortadan kaldırmaya yöneliktir.

 

Atatürk’ün Büyük İhtirası ve Kaynağı

Oldukça karizmatik bir lider olarak Atatürk, ihtiraslarının mevcudiyetini hiçbir zaman inkar etmemiş, ancak bu ihtirasın şahsi ve maddi emellere yönelik olmadığını; manevi, soyut ve ulusal bir dava (hedef, mefkure) için var olduğunu defalarca belirtmiştir.

İhtiraslarının varlığından, büyüklüğünden ve içeriğinden, ilk kez 1914’te Madam Corrine’e yazdığı bir mektupta bahseder:

“Benim ihtiraslarım var, hem de en büyükleri, fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin tatminine taalluk etmiyor.

Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Benim hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza edeceğim.” [114]

İhtirasın, lider için vazgeçilemez bir güç-motivasyon kaynağı olduğunu; fakat ulus lehine olan hareketlerin orijini olarak kullanılması gerektiğini, toplumdaki meşruiyetinin önemini daha sonra da dile getirmişti:

  • Hakikat halde ihtiras olmadan büyük bir iş meydana getirilemez. Fakat onun herhalde millet yolunda bir hizmet gayesine matuf olması lazımdır. Reis olan kimsenin millet mefkuresine göre hareket etmesi ve milletin ruhiyatına vakıf olduktan sonra milletin meyline tabi olması icap eder.” [115]
  • “Hırstan vazgeçilmez. Fakat hırs şahsi olmamalıdır. Hırs milli menfaati gaye edinen objektifler üzerine tevcih edilmelidir. Şef, büyük kararları, son derece dikkatle takip etmesi lazım gelen milli hayat varlığının üzerinden almalıdır.” [116]

Napolyon’u şahsi ihtiraslarının olduğunu öne sürerek eleştirirken, ardında şahsi ihtiras olan  emellerin yarına kalmadığını, ömrünün şahsın ömrüyle sınırlı olduğu mesajını verir:

  • Ben, Napolyon‘u hiç sevmiyorum. Çünkü Napolyon her şeye kendi şahsını sokardı. Mücadelesi muayyen bir dava için değildi; kendi şahsı içindi…” [117]
  • “… Napolyon‘u düşününüz. Onun hareketleri Fransız milletinin hakikî ve millî menfaatlerine değil, kendi âmâli cihangiranesini tatmin içindi. Bunu tatmin için Fransa‘nın milyonlarca güzide evlâdını eritti ve nihayet hepinizin bildiğiniz akıbete uğradı.” [118]

İnkılabı ve cumhuriyeti şahsileştirmeyip ulusa mal etme, ulusu üstün tutma ve ulusa tabi olma düşüncesini sıkça dile getirmiştir:

  • “Efendiler! Size şunu söyleyeyim ki, inkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla var zannedenler çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile büyük Türk milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymedi evladının elinde daima yükselecek, ebediyen yaşayacaktır.” [119]
  • “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetini zâmin prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.” [120]
  • “Benim şahsen kuvvet ve kudretim, halkın bana gösterdiği emniyet ve itimattan ibarettir. Bu itimat devam ettikçe ben de bu itimada kesbi liyakat etmekte devam edecek ve âtiye bu mütekabil emniyetle hep beraber yürüyerek inşallah pek az zamanda millete refah ve saadet verecek olan büyük gayemize varacağız.” [121]

 

Atatürk Diktatör Müydü?

Bir kişi için sıfat olarak kullanılacağı vakit diktatörlük; bir sistemden, yönetimden, yöntemden ötesidir. Tarih, bu kavrama demokrasiyi yıkıcı bir anlam katmıştır. Gerçekten de tarihteki diktatörler, ülkelerindeki demokrasiyi fikren ve fiilen ortadan kaldırmakla ve gayrimeşru emirlerini zorbalıkla icra etmiş olmalarıyla anılırlar. Roma’nın cumhuriyet devrinin ardından diktatörlüğün algısal ve deneysel (ampirik) olarak tiranlığı karşılar hale gelmesi, Roma’da olağanüstü yetkilerle donatılmış diktatörlüğün, Caesar’dan sonra artık anayasal bir mevki olmayışındandır.

Atatürk, diktatörlük sözcüğünün geçirdiği evrimin farkında olmakla beraber, sözcüğün ifade ettiği anlamdan hoşlanmamıştır. Diktatörlüğün  korku, despotluk ve zorbalık ile ilişkilendirildiğinin farkındadır.

Kendisinin bir diktatör olmadığını savunmuştur:

  • “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar; evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamıyacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü, ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine ramedendir. Ben, kalbleri kırarak değil, kalbleri kazanarak hükmetmek isterim.” [122]
  • “Kapıda duran nöbetçi bile benden korkmaz. İsterseniz kendisinden sorunuz. Korku üzerine hâkimiyet kurulamaz. Toplara dayanan hâkimiyet devamlı olmaz. Böyle bir hâkimiyet ve hattâ diktatörlük, ancak ihtilâl olursa geçici bir zaman için lâzım olur.” [123]

Hatırlanırsa Stammer, diktatörlüğün ilk ve esas anlamını, “anayasal diktatörlük” adı altında  karşılayacak üç tarihsel deneyim öne sürmekteydi: İlki Roma’daki anayasal mevki, ikincisi İtalya’da prenslere vekalet edecek olağanüstü yetkilere sahip görevliler, üçüncüsü ise Atatürk’ün “eğitici” diktatörlüğüydü. Stammer’ın Atatürk’ü anayasal diktatör olarak nitelemesi, iki sebepten ötürü dikkate alınabilir diye düşünüyorum.

İlk olarak, Atatürk’ün Halk Fırkası’nı tanımlayışına bakalım:

“Halk Fırkası halkımıza terbiyei siyasiye (siyaset terbiyesi) vermek için bir mektep olacaktır. (…) Şimdiye kadar istihsal olunan neticelerin tesbit olunduğu gibi devam edeceğine itimat etmek icabeder. Fakat bu hususta henüz bîendişe olamam. Hiçbirinizin bîendişe olmamanızı tavsiye ederim. (…) Efendiler, ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde vaziyetler ihdasına kalkışmayalım. Biz hepimiz o suretle çalışalım ki, kuracağımız şey millî bir müessese olsun. Bu da millete terbiyei siyasiye vermekle olur.” [124]

Görüldüğü üzere, partiye biçilen misyon, demokrasinin önkoşullarını hazırlama adına bir okul olmaktır. Atatürk’ün, kendisi ve partisi adına yüklendiği, cumhuriyet ilan edilmeden evvel dile getirdiği bu sorumluluk onları bir inkılap süreci başlatmaya ve dolayısıyla inkılapları gerçekleştirmek için otorite kullanmaya itmiştir.[125] Bu açıdan ne Atatürk’ün yönetimi ve zihniyeti kısa vadeli bir otokrasi rejimidir; ne de Halk Fırkası alelade bir tek partidir.

İkinci olarak da, Atatürk’ün, kendisine diktatör olup olmadığını soran bir kimseye cevabını inceleyelim:

“Ben diktatör olsaydım sen bana bunu soramazdın. Bir takım inkılap zaruriyetiyle birtakım yenilikleri kabul ettirmeye çalışan adam diktatör değildir. Diktatör, hoşgörüsü olmayan adamdır. Diktatör, kendi düşüncelerine aykırı fikir söyleyenlere kin güden adamdır. Bunun haricinde diktatörlük, tehlike, inkılap, fevkalade zamanlarda lazım bir demokrasi müessesesidir. (…) Benim, on beş senedir, bazı fikirleri bu memleket hayrına kabul ettirmek için sarf ettiğim gayretlerde hiçbir şahsi endişe yoktur. Benim, demokrasinin anladığı manadaki diktatörlüğe benzer hareketlerim görülmüştür. Fakat, asla Tiran olmadım.[126]

Atatürk, anayasal diktatörlük dediğimiz tipin karşılığına; diktatörlüğün Roma’daki haline ve anlam değişmesine vakıftır.[127] Roma diktatörlüğünü, kuramsal açıdan kendi dönemine uyarlanması halinde kendisine yakıştırır. Aksi taktirde, günümüzdeki anlamı karşılayan, tiran anlamında bir diktatör olmadığını, gayrişahsi bir amaç uğruna geçici bir otoriter yöntem uyguladığını savunmaktadır.[128]

Demokrasi Fikri ve Planı

Atatürk’ün Türkiye için çizdiği yolu daha iyi anlayabilmek, demokrasi ile ilgili düşüncelerini bilmekten geçer. Kişisel ortamında dahi müzakere ve münakaşaya önem veren Atatürk, döneminde mevcut olan rejim demokratik olarak nitelenemese de, fikren gerçek bir demokrattır. Fiilen ise, demokratik rejimin önkoşullarını hazırlayan, bilhassa demokratik toplumu meydana getirmeye çalışan inkılabın ilerlemesi ve  korunması ibaret bir anlam taşıyan, ideoloji olarak benimsenmemiş olan otoriter yöntem, Atatürk’ün ağzından en açık şu şekilde anlatılabilir:

“Biz, büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce tarafları vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lâzım. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için, sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince, inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız.” [129]

Zorunluluk gereği uygulanmış olan otoriter tek parti yönteminin ardındaki saik, demokrasiden başka bir şey değildir. Atatürk’ün, inkılabı sık sık “cumhuriyet” kavramı üzerinden yüceltmesi ve ulusa mal etmesi de bunun en açık kanıtlarından birisidir. Kendisi cumhuriyeti, ilkesel olarak ulus egemenliğini ve demokrasiyi benimsemiş bir yönetim biçimi olarak yorumlar:

“Demokrasi ilkesi, egemenliğin millette olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi ilkesi, siyasî kuvvetin, egemenliğin kaynağına ve meşruiyetine temas etmektedir. Demokrasinin tam ve en belirgin hükûmet şekli Cumhuriyettir.” [130]        

Medeni alanda ve eğitim alanında yapılan inkılaplara dahil bir gelişme de, esas itibariyle Atatürk’ün notları çerçevesinde şekillenmiş; Afet İnan’ın adıyla 1931 yılında basılmış olan Medeni Bilgiler kitabındaki demokrasi övgüleridir. Bu kitabın basılıp eğitim kurumlarında okutulması, demokrasiyi benimsemiş bir yurttaş topluluğunun ve neslin, başka bir deyişle demokratik toplumun elde edilmek istendiğinin açık delilidir. Kitap, ayrıca henüz tümü tanınmadan evvel, kadınların siyasi haklarına da vurgu yapmaktadır.


Atatürk, hem ilkesel açıdan hem de ampirik olarak totaliter rejimlere karşıdır.

  • 1935 yılında, CHF Genel Sekreteri Recep Peker’in Avrupa seyahatinin ardından İtalya ve Almanya’daki rejimlere özenerek hazırladığı, antidemokratik esaslar içeren bir doktrinin partice benimsenmesin öngören yeni parti programının Atatürk tarafından kabul görmeyip öfkeyle karşılanması, demokrasiye giden yolu açan liderin, hem faşizme, hem de antidemokrasiyi ilke olarak benimseyen diğer rejim tiplerine karşı duruşudur.[131] Öte yandan Kemalizmi doktrin haline getirmek suretiyle daha detaylı, kalıplaşmış bir ideoloji kılmak isteyen, antidemokratik eğilimler gösteren Kadro hareketinin çabasının sonuçsuz kalması, Atatürk’ün Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na “donar kalırız” demiş olması da bir diğer örnektir.[132]
  • Ayrıca bu sözü, katı bir ideolojinin topluma aşılanmasını öngören totaliter rejimlere ve dogmatik sistemleri temelleyen kalıplaşmış-donmuş ideolojilere karşı çekilen ilkesel bir set niteliği taşır:

“Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı’ (ayet), hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır.” [133]

Atatürk, kendi döneminde halihazırda mevcut olan rejimin, batılı anlamda bir demokrasi olmadığının[134], ilkesel anlamda demokratik olsa dahi eylemsel açıdan antidemokratik bir yapıda olduğunun  farkındadır. Rejimin, başta çok partili yaşam olmak üzere, demokrasinin asli unsuru olan birçok nitelikten mahrum olduğunu kabullenmekte ve  halka siyasi eğitim verme misyonunu yüklediği CHP ile birlikte, en sonunda liberal demokrasinin gereklerini yerine getireceklerini defalarca müjdelemektedir:

  • Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, o on yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. [135]
  • Hâkimiyet-i Millîye esasına müstenit (dayanan) ve bilhassa Cumhuriyet-i idareye malik bulunan memleketlerde siyasî fırkaların mevcudiyeti tabiîdir. Türkiye Cumhuriyetinde de, yekdiğerini mürakip (denetleyici) fırkalar tekevvün edeceğine şüphe yoktur. [136]
  • Teşkilât-ı Esâsiye mucebince (gereğince) hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. (…) Binaenaleyh, Türkiye’nin dahili tekâmülü (olgunlaşması/gelişimi) daha bitmemiştir. (…) Türkiye’de hal-i hazırda olduğu kadar ileride de daha ziyade demokratik bir Cumhuriyet teşkil edecek ve bu Cumhuriyet hiçbir surette garp Cumhuriyetlerinden farklı olmayacaktır. [137]

Atatürk ilkeleri olarak da anılan, Kemalizm ideolojisinin omurgasını ve yazılı esaslarını teşkil eden;  ilk olarak CHP’nin programına girmiş olan (1935), daha sonra da Anayasaya (1937) giren anlayışlara göz attığımızda, Atatürk’ün demokrasiye olan yönelimi ve bağlılığı daha belirgin hale gelecektir.

  • Cumhuriyetçilik ilkesinin demokrasiyi bütünleyici bir ilke olarak benimseyip muhtevası hale getirmiş olması.[138]
  • Halkçılık ilkesinin siyasal demokrasi ile eş anlamlı olarak anılması.[139]
  • Milliyetçilik ilkesinin bir ulus inşasını ve ulus egemenliğini öngörmesi.
  • İnkılapçılık/devrimcilik ilkesiyle, demokratik sistemi ve toplumu hedefleyen inkılapların korunması ve zaman geçtikçe “ilim” ve “akıl” yönünde yeni değişimlerin hedeflenmesi.
  • Laiklik ilkesinin devletçe benimsenmesinin, başka bir deyişle devletin laik niteliğinin, demokrasinin mutlak koşulu olması.[140]

 

Sonuç

Atatürk’ü diktatör olarak ele alıp almama hususunu tartışırken, kendisinin saikini daha ön planda değerlendirmek gerektiği fikrindeyim. Bir şahsı diktatör olarak nitelendirebilmek için, antidemokratik bir rejimde otorite sahibi olması tek başına yetmez. Rejim demokratik ise bu rejimi yıkıcı; rejim bir diktatörlük rejimi ise bunu  devam ettirmeye veya daha otoriter bir rejim kılmaya yönelik bir iradenin mevcudiyeti aranmalıdır. Aksi taktirde Atatürk, üstüne üstlük ulus egemenliğini ve demokrasiyi yüceltip hukuki kurum ve kurallara titizce bağlı olmasına rağmen, sırf yönteminden ötürü Stalin ve Hitler gibi diktatörlerle aynı sıfatla anılacaktır.[141]

Kabul etmek gerekir ki, Atatürk’ün antidemokratik bir rejimde otoritedeki yüksek payının yanı sıra demokratik bir rejimi öngörüp ulusa dayanması, bunun için yapılan devrimler; birinin diğerini gerektiriyor olması itibariyle paradoksal bir durum teşkil etmektedir. Türk İnkılabı’nın demokratik ruhu-muhtevası ve otoriter yönteminin arasındaki biçimsel zıtlık, inkılaba önayak olan düşünsel temellerden ve aynı ölçüde liderin rolünden kaynaklıdır. Atatürk, toplumsal ve siyasal buhranın yarattığı bir lider ve inkılap sürecinin zorunlu kıldığı bir yöntemin uygulayıcısıdır.[142]

Atatürk bir demokrasiyi yıkmamıştır; öncesinde zaten fiili olarak yıkılmış bir devlet ve çeşitli nedenlerden dolayı istikrarsız olan meşruti monarşi söz konusudur. Kafasındaki ideal olan cumhuriyetteki kararlılığı, bir yandan da yıkılan devletin figürlerinin kurtuluş mücadelesi karşıtlığı; önceki devletin hukuki açıdan da ortadan kalkışını hızlandırmış ve ayrıyeten monarşiyi -anayasal/demokratik olsun veya olmasın- imkansız kılmıştır. Demokratik milli mücadele ruhuyla idare edilmiş bir olağanüstü sürece liderlik etmiş olup, burada edindiği karizma, bir demokrasinin önkoşullarını hazırlama maksatlı bir devrim sürecinin tartışmasız önderi olmasına vesile olmuştur. Bu devrimlerin yapılabilmesi, halkça benimsenmesi ve korunması için otoriter rejim sadece bir yöntemi ve önlemi ifade etmektedir.[143] Şahıs ve partinin ön planda oluşu, bir misyon uğruna antidemokratik faaliyetlere sahne olan vesayet rejiminin kaçınılmaz gerçeğidir. Esas dikkate alınıp değerlendirilmesi gereken şey ise şahıs ve partinin buradaki demokratik misyonudur. Bunun gayrişahsi olduğu da Atatürk tarafından çokça vurgulanmıştır.

Demokrasi atıflarından ve totaliter rejimler ile ideolojilerini elinin tersiyle itmesinden anlaşılıyor ki, Atatürk demokratik bir rejim ve demokratik bir toplumu amaçlamaktadır. CHP’nin misyonunu bu yönde belirlemiştir; o dönem için çizilen yol, demokrasinin önkoşullarını sağlamak ve demokratik bir rejime geçmektir.

İlkelerin eylemsel ve teorik açıdan temelini oluşturduğu, büyük ölçüde kendiliğinden meydana gelmiş olan ideoloji (Kemalizm) ise, daha geniş bir zaman dilimi için daha geniş bir anlam ifade eder. Kendisini donmuş ve kalıplaşmış bir doktrin haline getirmeye çalışanların muvaffak olamadığı ideoloji, bu yüzden bir harita değil; ilkelerin gösterdiği bir yön olarak geleceğe intikal etmiştir. Yollar, yapılar değişir; lakin yönler hep aynıdır.

-Kerem Ali Vahap

Notlar

[1]  Eren, Roma Diktatörlüğü (tümü).

[2]  Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler; Diktatörlük üzerine bir not, s. 30-33.

[3]  Duverger, Diktatörlük Üstüne, s.13-20 ve 68-85.

[4] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 198-207.

[5] Ok, Weber’de Otorite ve Meşruiyet Tipolojisi (tümü).

Dönmezer, Toplumbilim, s. 277-280.

[6] Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler (tümü).

Ergun Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, s. 3-53.

[7] Duverger, Diktatörlük Üstüne (tümü).

[8] Stammer, Otto (1968), Dictatorship, International Encyclopedia of Social Scenes Vol. 4, New York: The Free Press ; 161-168, akt. Haspolat, Diktatörlük ve Atatürk, s. 87-92.

[9] Başlık altında genel olarak yararlanılan kaynaklar: Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri ve Kuruluş-Kurtuluş; Akşin, Kısa Türkiye Tarihi.

[10] Tanör, Kurtuluş-Kuruluş, s.42.

[11] Atatürk, Nutuk, s. 12-15.

[12] Nutuk, s. 15-17.

[13] Tanör, Kurtuluş-Kuruluş, s. 106-110

[14] Orbay, Cehennem Değirmeni 1 – Siyasi Hatıralarım, s. 188.

[15] Tanör, Kuruluş-Kurtuluş, s. 115-125

[16] İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, s. 43-44.

[17] Atatürk, Nutuk, s.744.

[18] https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm

[19] Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, s.127.

[20] Atatürk, Nutuk, s.585.

[21] Gündeme getirmekte yarar var: Bu yetki ve durum, daha önce Stammer’da ve Linz’de andığım anayasal diktatörlüğü andırmaktadır.

[22] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 280-283. (Bundan sonra “OTAG” şeklinde de anılacaktır.)

[23] Atatürk, Nutuk, s.670.

[24] Dürrizzade Abdullah’ın fetvası, gıyabi idam kararları, Kuva-yi İnzibatiye ordusu, Ali Galip olayı, Bozkır Ayaklanmaları, Anzavur Ayaklanmaları, Şeyh Eşref Ayaklanması, Delibaş Mehmet Ayaklanması, TBMM’nin Vahdettin tarafından “isyancı fitne” ve “şer zümresi” olarak tanımlanması…

[25] Kararın alınışında hukuki bir defo mevcuttur. 1921 Anayasası’nda öngörüldüğü üzere, “amacın gerçekleşmesi”nin ardından verilecek seçim yenilemesi kararı için nitelikli çoğunluk gerekmekteydi. TBMM ise bu kararı basit çoğunlukla almıştır.

26 Atatürk, Nutuk, s. 696-697.

[27] Atatürk’ün, Fevzi Çakmak’ın cumhurbaşkanı olmasını istediğine dair bir anı, Fevzi Çakmak’ın torunu Ahmet Çakmak’ın Murat Sertoğlu’na anlatımıyla gündeme gelmiştir. Anıya göre, ilandan önceki akşam Atatürk teklifi yapmış, Fevzi Çakmak da bu yanıtı vermiştir: “‘Cumhuriyetin ilanına bir diyeceğim yoktur. Allah hayırlı ve uğurlu etsin! Ama benim cumhurbaşkanlığına getirilmek istenmemdeki maksat beni ordudan ayırmak ise yarından tezi yok bütün vazifelerimden istifa ederek memleket dışına giderim. Bu mevki ancak senin olabilir. Ve senin cumhurbaşkanlığını bütün varlığımla desteklemeye hazırım.’’

[28] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 285.

[29] Aylar sonra TCF’yi kuracak olan kadronun sık halife ziyaretleri ve bu paşaları da içeren muhafazakar vekillerin, halifeye birtakım yetkilerin ve devlet başkanlığı makamının verilmesi taraftarı olması, halifeliğin tehlike olarak görülmesine yol açmıştır. “İslam alemi üzerinde nüfuz sahibi olmak” şeklinde bir amaç güttükleri söylenebilse bile, hassas zemine kök salmaya çalışan Türk İnkılabı açısından kabul edilemez bir durumdur. Bunun yanında Afyon milletvekili İsmail Şükrü’nün 15 Kasım 1923’te yayımladığı broşür de büyük problem teşkil etmiştir.

[30] Hindistan’dan gelen iki tarikat liderinin (Ağa Han ve Emir Ali) yolladığı mektuplar, bir nevi Türkiye iç işlerine karışma düşüncesini taşımaktaydı. Açık açık halifelik makamının etkinleştirilmesi gerektiğini belirten bu mektupları gönderenlerden Emir Ali’nin, İngiliz Kralı’nın özel danışmanı olması da dikkate değer bir ayrıntıdır.

[31]Hazinei hilâfetten maksat ne oldu¤unu anlayamadım. Hilâfetin hazinesi yoktur ve olamaz. (…) Halife, kendinin ve makamının ne olduğunu sarih olarak bilmeli ve bununla iktifa etmelidir. (Nutuk, s. 822.)

[32] Kanun, açıklaması ve meclis tutanak özeti için bkz. Erüteten, Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasaları, s. 53-59.

[33] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 286.

[34] Hanedanın sürgününün, kimilerince “reaksiyon ve önlem” amacını aşacak sertlikte bir hamle olduğu düşünülse de, buradaki köktenciliğin; monarşiyi ilga eden uluslara kıyasen pek sert kaçmadığı dikkate alınmalıdır.

[35] General Harrington’a sığınma talebini belirttiği mektupta Halife-i Müslimin (Müslümanların Halifesi) unvanını kullanması durumu örnek gösterilebilir. Bundan sonrasında da İngiliz zırhlısı ile İstanbul’u terk etmiştir. Bu durumu “hicret” olarak yorumlamaktadır ve Hicaz’da 1923 yılında yayınladığı Mekke Beyannamesi’nde saltanattan vazgeçmediğini, tahtı geçici olarak terk ettiğini vurgular. Yani Vahdettin’in iktidarı ele geçirme adına umudunu yitirmediği görülür.

[36] Gözübüyük, Şeref, 1924 Anayasası Hakkında Meclis Görüşmeleri, akt. Tanör, OTAG, s. 291-293

[37] Şükrü Saraçoğlu’nun yaptığı konuşma, nasıl bir tartışma döndüğüne dair ipucu verir: “Bize tarih, hukuk, ihtilal açıkça gösteriyor ki, bugün Millet Meclisi’nin kişiliğinde toplanmış olan haklarından hiçbir şey geriye doğru dönemez. Bunlar yalnız millet tarafından ve yalnız millete gitmek şartıyla Büyük Millet Meclisi’nin elinden alınabilir… Böyle olduğu halde veto, seçimlerin yenilenmesi kelimesi altında saklanan fesih hakkını milletten başka herhangi bir başa veya birkaç başa vermek… bir irticadır efendiler.”

(TBMM Zabıt Ceridesi, D. II. C. 7. s. 526)

[38] Başkomutanlık kanununu istisna olarak ele almak gerekir. Ayrıca başkomutanlık yetkileri, Sakarya Savaşı öncesi mevcut olan tehlikeli vaziyete karşı çıkarılmıştır. Tekalif-i Milliye emirlerinin içeriğine bakarsak yetkilerin verildiği şeraiti daha iyi anlayabiliriz.

[39] Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, s. 182-184

[40] İlişkilendirilebilir; bkz. Platon’un Demokrasi Paradoksu, Karl Popper’ın Hoşgörü/Tölerans Paradoksu ve (totaliter sistemlere önlem maksatlı üretilse de) 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan militan demokrasi anlayışı.

[41] TCF’nin kuruluşuna varan gelişmelerden birisi de 5 Kasım 1924’teki gensoru (istizah) görüşmesidir. Oldukça hararetli bir tartışma olmuştur.

https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c010/tbmm02010002.pdf

[42] Halk Fırkası’nın “cumhuriyet” sözcüğünü ismine eklemesinin ardından TCF de aynısını yapmıştı.

[43] “İnkılâpların hepsine taraftar olmakla beraber, bunların her hangi bir şahsa veya zümreye imtiyaz vermek için değil, bütün memlekete ve halkımıza mal edilmek emeliyle yapılmış olduğu hakkında müttefik kalmıştık.”

(Cebesoy, Bilinmeyen Hatıralar – Kuvay-i Milliye ve Cumhuriyet Devrimleri, s. 275.)

[44] Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, s.116-117; Bu kitap, Kazım Karabekir’in hatıralarından ve kitabından alıntılar ışığında, bu dönemki ayrışmanın partisel ve kişisel yönünü ele alıyor.

[45] Mumcu, s.124-128; TCF’nin kuruluşunun fitilini çeken nokta, Musul harekatı konusundaki fikir ayrılığıydı.

[46] Dinçkol, 1924 Anayasası Döneminde Siyasal Muhalefet, s. 345-348.

[47] Atatürk, Nutuk, s. 16-17.

[48] Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 269.

[49] Erüreten, Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasaları, s. 33-34.

[50] Tunçay, T.C.’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, s. 137.

[51] Atatürk Nutuk’ta, kanunla ve dönemle ilgili şu ifadelere yer verir:

Takriri Sükûn Kanununu ve İstiklâl Mahkemelerini, vasıtai istibdat olarak kullanacağımız fikrini ortaya atanlar ve bu fikri telkine çalışanlar oldu. (…) Biz, fevkalâde ittihaz olunan ve fakat kanunî olan tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir suretle, kanunun fevkine (üstüne) çıkmak için, vasıta olarak kullanmadık; bilâkis, memlekette sükûn ve asayiş tesisi için tatbik ettik; devletin hayat ve istiklâlini, temin için kullandık. Biz, o tedbirleri, milletin medenî ve içtimaî (sosyal) inkişafında (gelişiminde) istifadeli kıldık. (…) Bu kanun cari olmasaydı, yine yapacaktık. Fakat, bunda, kanunun mer’iyeti (yürürlükte olması) de, sühuletbaşf (kolaylaştırıcı) oldu denirse, bu, çok doğrudur. Binaenaleyh, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir noktai nazardan (görüşten) istifade ederiz. O noktai nazar şudur: Türk milletini, medenî cihanda, lâyık olduğu mevkie is’at etmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek (daha çok güçlendirmek).. ve bunun için de istibdat fikrini öldürmek…” (Nutuk, s. 868-870.)

[52] Savran, 1926 İzmir Suikasti ve İstiklal Mahkemeleri, s. 19-25.

[53] Daha geniş bilgi için; Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast (tümü).

[54] Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, s. 9.

[55] Mumcu, s. 10-17; (Milliyet gazetesinde süren polemik).

[56] Mumcu, s. 169-176; (Atatürk’ün el yazısı ile tuttuğu notlar).

[57] Bülent Tanör: “Takrir-i Sükun dönemi, köklü reformların otoriter rejim sayesinde yapılabildiği bir evredir.” (OTAG, s.315.)

[58] Tunçay, T.C’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931),  s. 176.

[59] Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri; Tek parti döneminde seçimler ve muhalefet, s. 144-146

[60] Okyar ve Seyitdanlıoğlu, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye – Fethi Okyar’ın Anıları, s. 45;

Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, s. 204-205.

[61]  İnönü: “Vaktiyle hizip teşekküllerinden gördüğümüz mazzarratlar (zararlar) cümlemizin hatırındadır.”

(Okyar ve Seyitdanlıoğlu, s. 105)

[62] O dönemler umumiyetle sol, ilerici-liberal anlamında kullanılıyordu. Buna karşın sağ ise muhafazakar, otoriter anlamını karşılamaktaydı.

[63] Ahali Cumhuriyet Fırkası gibi başka partiler de kurulmuş, siyasi hayata tutunamayıp dağılmış ya da kapatılmışlardır. (Tunçay, T.C’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, s. 273-278.)

[64] Zürcher, SCF deneyimi için, “‘itaatkar’ muhalefet partisi deneyimi” der. (Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 257-261.)

Tarık Zafer Tunaya ise bu deneyimi: “TCF’nin liderleri, Gazi’nin muhalifleriyken; SCF’nin liderleri, O’nun adamlarıydı.” biçiminde ifade ediyor.

Direk bu perspektiften, yani sadece yönteme bakmanın, SCF deneyiminin maddi boyutunu görmezden gelmeye yol açacağını düşünüyorum. SCF, gerçekten muhalefet etmesi için planlanmış, muhalefet yöntemi adına serbest bırakılmış; faal olduğu süreçte de oldukça ciddi düzeyde muhalefet yapmıştır.

[65] Parti programının 11. maddesi: “Fırka, bir dereceli intihap usulünün tesisini ve siyasi hukukun Türk kadınlığına da teşmilini müdafaa edecektir.”

[66] Okyar ve Seyitdanlıoğlu, s. 102; Atatürk, bunun haricinde de pek çok kez meclisteki müzakere ortamının ve tenkitlerin önemini belirtmiştir.

[67] Okyar ve Seyitdanlıoğlu, s. 103-104;

Emil Ludwig ile görüşme için ayrıca bkz. Dağlı, Erhan (2016), Yayınlanmamış Bir Röportaj, Emir Ludwig’in Mustafa Kemal Paşa ile Mülakatı, Tarihin Peşinde Dergisi, 16, 1-16.

[68] Atatürk’ün Okyar’a 10 Ağustos’ta gönderdiği telgraftan: “Malumdur ki, resmi vazifem dolayısıyla ben bugün Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Umumi Reisliği’ni fiilen ifa etmemekteyim. Fiili siyaset İsmet Paşa tarafından ifa olunmaktadır.”

[69] Özalp, Kazım (1963, 3 Kasım) Atatürk ve Yetkin Cumhuriyet, Milliyet; akt. Okyar ve Seyitdanlıoğlu, s. 177.

[70] Örneğin Sina Akşin, gericilerin büyük bir heyecanla fırkanın altında toplandığını ifade etmektedir. Kendisine göre, Okyar’ın devrimden yana duruşuna rağmen irtica yükselişe geçmiştir. (Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, s. 204-205)

[71] Okyar ve Seyitdanlıoğlu, s. 158-159.

[72] Ertem, Siyasal Bir Muhalefet Denemesi Olarak Serbest Cumhuriyet Fırkası, s. 82-83.

[73] Soyak, Atatürk’ten Hatıralar C.2, s. 436.

[74] Ertem, s. 84; https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/01_11_1930.pdf

[75] Fethi Okyar’a yöneltilen ithamlar vatan hainliği, irticacılık ve benzeri söylemler şeklindedir. (Daha fazla detay için bkz. Okyar ve Seyitdanlıoğlu, s. 83-93.)

15 Kasım 1930 TBMM: https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d03/c022/tbmm03022005.pdf

[76] Milli blok fikrine göre Atatürk her iki partinin vekil adaylarını bizzat belirleyecek ve böylece tarafsızlığını vurgulayacaktı. (Okyar ve Seyitdanlıoğlu, s. 157-158.)

[77] Cumhuriyet, Vakit, Yarın, Akşam, Milliyet gazeteleri, bazen-bazıları bir partiden taraf olmakla beraber, ülkedeki siyasi gelişmelerin takip edildiği kaynaklardı ve ayrıca siyasetçiler için “saha” vazifesi görüyorlardı.

[78] Tunçay, T.C’nde Tek Partili Yönetimin Kurulması (1923-1931); Menemen Olayı, s. 293-295.

[79]  Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C.2, s. 470-471.

1931 seçimleri için bağımsızlara ayrılan 30 adaylıktan 20’si doldurulabilmiş, adayların bir kısmı da daha sonra CHF’ye dahil olmayı seçmişlerdir.

[80] Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye; Türkiye’de otoriter tek parti rejimi, s. 83.

[81] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 316.

[82] Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, s. 215.

[83] İnsel, Otoritarizmin Sürekliliği.

[84] İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye; Osmanlıdan Atatürk Devrimiyle Kesinlikle Bitmiş Olanlar, s.104-105.

[85] Ergun Özbudun: “Atatürkçü düşünce sistemi hiçbir şekilde, önce masa başında teorik bir sistem olarak tasarlanıp sonra hayata aktarılmaya çalışan donmuş bir öğreti değildir. (…) totaliter ve dogmatik yaklaşım, Atatürk’ün izlediği yolun ve benimsediği anlayışın tam zıttıdır. Atatürkçü düşünce sistemi bu tarz ve anlamda bir ideoloji değildir.” (Özbudun ve diğerleri, Atatürkçülük, s. 117-118.)

[86] Özbudun, Atatürk ve Demokrasi (tümü).

Levent Köker, Ahmet İnsel ve Taha Parla gibi sosyal bilimciler, Kemalizmin, şayet bunu amaçladıysa dahi, demokratikleşmenin önünü açmaktan çok, demokratikleşmeyi engellediğini ve sınırladığını savunur.

[87] Linz, Duverger, Rustow, Toynbee, Rustow, Zürcher,  Özbudun, Tanör, İnsel, Köker, Tunaya, Tunçay…   aralarında totaliter eğilimlerin mevcut olduğunu söyleyen varsa da neticede otoriter bir rejim olduğu noktasında birleşmektedirler.

Buna karşın Kışlalı, önceki vaziyetten ve dünyadaki devletlerin genelinden daha demokratik bir çizgide olunduğu için “oldukça demokratik saymak gerektiğini” belirtir. (Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, s. 38.)

Akşin, yönetim şeklini diktatörlük olarak nitelemekle beraber,  demokrasiyi bir parametre olarak ele alır; Türkiye’nin Avrupa’daki rejimlerin ortalamasına kıyasen daha demokratik olduğunu öne sürerek farklı bir bakış açısı ortaya koyar. (Akşin, Atatürk Döneminde Demokrasi, s. 245-249.)

[88] Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, s. 78-80.

[89] Tanör, Kurtuluş-Kuruluş, s. 342.

[90] Emre Kongar, yöntemin tek öznesini Atatürk olarak ele almak suretiyle şunu söyler: “…Atatürk’ün çoğulcu bir topluma gidiş yolunda,  otokratik karar mekanizmasını kullandığını söyleyebiliriz. Atatürk’ün bu konudaki tutumu, çoğulcu bir toplum yaratma adına  tekilci bir yöntem olarak özetlenebilir.

(Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, s. 197.)

[91] Tanör, Kurtuluş-Kuruluş, s. 348.

[92] Duverger, Türkiye’de Siyasi Partiler: I- Yirmi Yılın Tek Parti İdaresi.

[93] Duverger, Diktatörlük Üstüne, s. 73-76.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin, yapısından ve inkılaplardan doğan özgün durumunu bu cümlelerle açıklar: “Türk demokrasisi Fransa ihtilâlinin açtığı yolu takip etmiş, lâkin kendisine has vasf-ı mümeyyizle (belirgin nitelikle) inkişaf etmişti.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s.480.)

[94] Tanör, Kurtuluş-Kuruluş, s. 346-347.

[95] Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, s. 87-88.

[96] İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, s. 127-128.

[97] Duverger, Siyasal Partiler, s. 359-364.

[98] Ergun Özbudun, kendisinin de bir zamanlar CHP-demokrasi ilişkisi ve partinin misyonu açısından Duverger ile  yakın görüşte olduğunu, ancak daha sonra yaptığı okumaların CHP tek parti ideolojisinin demokrasiye açıklığı konusunda şüphe uyandırdığını belirtmektedir. Belirttiğim üzere vesayet rejiminin otorite kırıntısı bıraktığını söylemekten de geri kalmaz. Bir diğer görüşü de Türkiye’nin 1930 sonrasında ideolojik boyutta totalitarizme eğildiği yönündedir. Çıktıyı “totaliter rejim” olarak ele almaz; ama yaklaştığını belirtir.

(bkz. Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, s. 110-111.)

[99] Bülent Tanör: “Bir devletin ve bir rejimin gerçek kimliğinin ne olduğunu saptayabilmek için, söylemlere değil eylemlere ve olgular dünyasına bakmak daha doğru olur…” (Kuruluş-Kurtuluş, s. 341.)

[100] Akşin, Atatürk Döneminde Demokrasi, s. 249.

[101] Ergun Özbudun’un, Türkiye’nin otoriter rejimlerin hangi alt tipine uygun düştüğüne dair çalışmasının okunması da tavsiyemdir: “Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye”.

[102] Akşin, Atatürk Döneminde Demokrasi, s. 248-250.

[103] Emre Kongar, Atatürk’ün bir lider figürü olarak her özelliğiyle Weber’in karizmatik otorite-meşruluk modeli için en uygun örnek olduğunu söyler. (Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, s. 130-136.)

[104] Sulhi Dönmezer: “… Atatürk’ün kişiliğinde çok güçlü bir karizma vardır ve fakat otorite münhasıran bu karizmaya dayanmakta değildir.” (Toplumbilim, s 283.)

[105] Dönmezer, Toplumbilim; Atatürk Liderliğinin Sosyo-Psikolojik Analizi, s. 281.

[106] Atay, Atatürkçülük Nedir, s. 6.

[107] Soyak, Atatürk’ten Hatıralar C.2, s. 435.

[108] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 317.

[109] Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, s. 132-133.

[110] Özbudun ve diğerleri,  Atatürkçülük, s. 44.

[111]  Dönmezer, Toplumbilim, s. 272-273 ve 288.

[112] “Atatürk kendi idaresine, umumi telakkisine, yani hasımlarına telakkisine tam cevap olarak devletin kanunları dışında hususi bir imtiyazlı mevki istemediğini açıktan her zaman söylerdi.” (İnönü, Hatıralar, s. 489.)

[113] Sadece mecliste değil; günlük yaşamında, özellikle Çankaya köşkünde de devlet için tartışır ve dostlarıyla fikir alışverişi yapardı. Hatta Dolmabahçe Sarayı’ndaki akşam yemeği esnasında Reşit Galip ile aralarında çıkan gerginlik, Atatürk’ün Reşit Galip’e “Lütfen sofrayı terk ediniz.” ve karşılık olarak Reşit Galip’in de: “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. (…) Cumhuriyette tenkit serbesttir.” demesine varmıştır. Daha sonra problem giderilmiş; Reşit Galip Maarif Vekili olmuştur. (Cemal Granda’dan akt. Kongar, s. 149-153.)

[114] Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, s. 71.

[115] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s. 483 (30.11.1929 – Vossische Zeitung muhabiriyle mülakattan).

[116] Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s. 171.

[117] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s. 458. (23.01.1923 – Gazeteci Grace Ellison ile mülakatından)

[118] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s. 324. (23.03.1923 – Afyonkarahisar Belediye meclisine hitap)

[119] Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 61.

[120] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s. 479. (19.06.1926 – İzmir suikast teşebbüsünün ardından Anadolu Ajansı’na demeç)

[121] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s. 324.

[122] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s. 490. (21.06.1935 – Gladys Baker ile mülakattan.)

[123] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s. 484. (30.11.1929 – Vossische Zeitung muhabiriyle mülakattan.)

Atatürk, diktatörlüğün ancak ihtilal dönemi için gerekebilecek bir araç olduğu fikrindedir.  Yani inkılap dönemindeki yönetimi, muhtemelen otorite burada yasa ve kuruma dayalı olarak kullanıldığı için diktatörlük olarak kabul etmemektedir.

[124] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s.293. (07.02.1923 – Balıkesir’de halka sesleniş.)

[125] Atatürk: “Halkı kendi halinde terk edersek bir adım ileri atamayız. İnkılabın kanunu mevcut kanunların fevkindedir.”

(Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s. 319.)

[126] Egeli, Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, s. 39-40;

Kılıç, Atatürk’ün Hususiyetleri, s. 136-137.

[127] Fethi Okyar: “Gazi (…) bu cumhuriyeti şahsı için yapmadığından bahsediyor ve bir insan için en büyük zevk, şahsını bir tarafa bırakarak millete hizmet etmektir diyordu. O günlerde meşgul olduğu Roma tarihinden Pompee ile Jules Cesar ve Crassus’ten bu akşam da bahsetti; ve cumhuriyeti şahıs kavgalarından korumanın kendi için bir vazife olduğunu tekrar etti.” (Okyar ve Seyitdanlıoğlu, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, s. 113.)

[128] “Atatürk, kendisinden sonra aynı yetkilere sahip bir devlet reisinin gelmemesini kesin olarak amaçlıyordu. Kendisi, bu açıdan, Roma’da cumhuriyetten dikta rejimine nasıl geçildiğini bizzat anlatmıştır.”

[İnan, Afet (1961, 10 Kasım), Cumhuriyet, akt. İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, s. 66.]

[129] Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 73-74.

[130] İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s. 356-357.

[131] Soyak, Atatürk’ten Hatıralar C.1, s. 57-59. (Atatürk’ün Recep Peker’in hazırladığı programa karşı sert tepkisi.)

[132] Faşizm eğilimi olan Recep Peker’in marksizm eğilimi olan Kadro’cularla, bilhassa Karaosmanoğlu ile arası pek iyi değildir. İki taraf da Kemalizmi kendi açılarından yorumlayarak doktrin haline getirmeyi amaçlamış, ancak ikisi de muvaffak olamamıştır. Bu durum, Kemalizmin iki biçiminin; sol Kemalizm ile sağ Kemalizmin tarihteki ilk çatışması olarak görülebilir. (Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, s. 107-110.)

[133] Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 236.

[134] Sina Akşin, demokrasiyi parametre olarak ele alma yaklaşımı ile Türkiye’nin “ne kadar demokratik” olduğunu değerlendirirken şu sözleri sarf eder: ” Bugün demokrasimiz Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam temeller sayesinde demokrasi bakımından Atatürk döneminden çok daha ilerdedir. Çok-partili bir siyasal hayatımız, dürüst seçimlerimiz var. (…) Ama ne var ki, 1945’ten beri Avrupa’nın genel demokrasi ortalamasının gerisindeyiz. (…) Demek ki Atatürk dönemine göre bugün daha demokratız, ama Atatürk dönemi Avrupa ortalamasından daha ileriyken, 1945’ten beri o ortalamanın gerisindeyiz. Mutlak olarak ilerledik ama Avrupa’ya göre geriledik.” (Atatürk Döneminde Demokrasi, s. 251-252.)

[135] İnan, Atatürk’ten Yazdıklarım, s. 44.

[136] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, s. 474. (11.12.1924 – Times gazetesinin muharibiyle yapılan röportaj, o dönemin siyaset sahnesinde TCF de mevcuttur.)

[137] Sancaktar, Türk Basınında Yeni Türk Devletinin İsmi Hakkında Yaşanan Tartışmalar, s. 136.

(23.09.1923 – Neue Freie Presse gazetesi, birkaç gün sonra yurt içi gazetelerde de yer bulmuştur.)

[138] Özbudun ve diğerleri,  Atatürkçülük, s. 44-45;  ayrıca bkz: 130. ve 135. dipnot

[139] “Siyaset-i dâhiliyemizde şiarımız olan halkçılık, yani milleti bizzat kendi mukadderatına hâkim kılmak esası Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzla tesbit edilmiştir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s. 99.)

[140] “Demokrasi ve laiklik, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen iki kavramdır. (…) ‘Hakimiyet Allah’ındır.’ düsturu ile ‘Egemenlik milletindir.’ ilkesi arasında hem laik/antilaik karşıtlığı, hem de demokratik/antidemokratik zıtlığı vardır. (…) Demokrasilerde siyaset ve hukuk üretme işi tanrısal değil, dünyasaldır.” (Tanör, Kurtuluş-Kuruluş; Demokrasi ve Laiklik, s. 262-264.)

[141] Atatürk için kullanılan “Zoraki diktatör” – “Müşfik diktatör” – “Kendi arzusu hilafına diktatör” – “Başka bir diktatörün gelmemesi için diktatör” gibi tamlama ve cümlelerin, Atatürk’ün özgün durumunu ve saikini yeterince belirgin kılmayacağını düşünüyorum.

[142] Atatürk’ün bu rolü, kurtuluş savaşından evvel (1918’de), ideal olarak kendine biçmiştir: “Ben, bu kadar yıllık yüksek öğrenim gördükten, sosyal ve uygar hayatı inceledikten ve özgürlüğü tatmak için bir ömür harcadıktan sonra neden halk seviyesine ineyim? Onları kendi seviyeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar.” (Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s. 61-62.)

[143] “Biz bir inkılap yaptık. (…) Memleketin birçok yerleri, bilerek ya da bilmeyerek isyan etti.  (…) Şimdiye kadar yaptıklarımız ondan sonra yerleşebilmiştir. Biliyorsunuz ki, Fransa Büyük İnkılabı hemen hemen yüz yıl devam etmiştir. Üç yılda esaslı bir inkılabın bitebileceğini sanmak hata olur.

‘Hocaları memnun edelim, İslam alemini memnun edelim, herkesi memnun edelim’ dersek, biz maksadı sağlamış olmayız, idare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamaz. Bugünkü sefalet ve rezalet içinde esasen kimseyi memnun etmeye imkan yoktur.” [Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s. 62. (Tarih, 1923 ocak diye belirtilmiş.)]

Kaynakça

– Akşin, Sina. (1992), Atatürk Döneminde Demokrasi, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 47 (1), 245-252.

– Akşin, Sina (2018), Kısa Türkiye Tarihi (İstanbul: İş Bankası Yayınları).

– Atatürk, Mustafa Kemal (1995), Nutuk, haz. Bedi Yazıcı (İstanbul: Süryay Sürekli Yayınlar).

– Borak, Sadi (2004), Atatürk’ün Özel Mektupları (İstanbul: Kırmızı Beyaz).

– Cebesoy, Ali Fuat (2001), Bilinmeyen Hatıralar, haz. Osman Selim Kocahanoğlu (İstanbul: Temel Yayınları).

– Dönmezer, Sulhi (1999), Toplumbilim; Atatürk Liderliğinin Sosyo-Psikolojik Analizi  (İstanbul: Beta).

– Duverger, Maurice (1965), Diktatörlük Üstüne, çev. Bülent Tanör (İstanbul: Dönem Yayınları).

– Duverger, Maurice (1950, 20 Mart), Türkiye’de Siyasi Partiler: I- Yirmi Yılın Tek Parti İdaresi, Yeni İstanbul.

– Duverger, Maurice (1974), Siyasi Partiler, çev. Ergun Özbudun (İstanbul: Bilgi Yayınevi).

– Egeli, Münir Hayri (1954),  Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları (İstanbul: Ahmet Halit).

– Eren, Selahattin (2017), Roma Diktatörlüğü, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, 23 (2), 167-220.

– Eroğlu, Hamza (1982), Türk İnkılap Tarihi (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi).

Ertem, Barış. (2010), Siyasal Bir Muhalefet Denemesi Olarak Serbest Cumhuriyet Fırkası, Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 2, 71-92.

– Erüreten, Bahir Mazhar (1999), Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasaları (İstanbul: Yenigün Haber Ajansı).

– Haspolat, Mehmet Emin (2003), Diktatörlük ve Atatürk, Amme İdaresi Dergisi, 36 (1), 83-119.

– İnalcık, Halil (2007), Atatürk ve Demokratik Türkiye (İstanbul: Kırmızı Yayınları).

– İnan, Afet (2009),  Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler (Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).

– İnan, Afet (1999) , M.Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım (İstanbul: Yenigün Haber Ajansı).

– İnönü, İsmet (2014), Hatıralar (Ankara: Bilgi Yayınevi).

– İnsel, Ahmet (1999), Otoritarizmin Sürekliliği, Birikim Dergisi, 125-126, 143-166.

– Kılıç, Ali (1998), Atatürk’ün Hususiyetleri (İstanbul: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık).

– Karal, Enver Ziya (2003), Atatürk’ten Düşünceler (Ankara: ÖDTÜ Yayıncılık).

– Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1984),  Politikada 45 Yıl (İstanbul: İletişim Yayınları).

– Kışlalı, Ahmet Taner (2018),  Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi (İstanbul: Kırmızı Kedi).

– Kocatürk, Utkan (1999), Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri (Ankara: Semih Ofset).

– Kongar, Emre (2002), Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk (İstanbul: Remzi Kitabevi).

– Köker, Levent  (1990), Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yayınları).

– Linz, Juan J. (2017), Totaliter ve Otoriter Rejimler, çev. Ergun Özbudun (Ankara: Liberte).

– Mumcu, Uğur (1993), Gazi Paşa’ya Suikast (İstanbul: Tekin Yayınevi).

– Mumcu, Uğur (2017), Kazım Karabekir Anlatıyor (Ankara: UM-AG).

– Ok, Ahmet Şenol (2017), Max Weber’de Otorite ve Meşruiyet Tipolojisi, Avrasya Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 4 (8), 42-54.

– Okyar, Osman & Seyitdanlıoğlu, Mehmet (2017), Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye – Fethi Okyar’ın Anıları  (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).

– Orbay, Rauf (1993), Cehennem Değirmeni 1 – Siyasi Hatıralarım (İstanbul: Emre Yayınları).

– Ortaylı, İlber (2015), Yakın Tarihin Gerçekleri (İstanbul: Timaş Yayınları).

– Özbudun, Ergun – Feyzioğlu, Turhan ve diğerleri (1986), Atatürkçülük (Ankara: YÖK Yayınları).

– Özbudun, Ergun (1989), Atatürk ve Demokrasi, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 5 (14), 285-295.

– Özbudun, Ergun (2016), Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, (İstanbul: Bilgi Üniversitesi).

– Parla, Taha (1992), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları; Kemalist Tek-parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u (İstanbul: İletişim Yayınları).

– Sancaktar, Fatih Mehmet (2012), Türk Basınında Yeni Türk Devletinin İsmi Hakkında Yaşanan Tartışmalar, Tarih Dergisi, 56 (2), 129-145.

– Savran, Gülten Savaşal (2006), 1926 İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.

– Soyak, Hasan Rıza (1973). Atatürk’ten Hatıralar I-II. (İstanbul: Yapı ve Kredi Bankası A.Ş).

– Tanör, Bülent (2017), Kurtuluş-Kuruluş (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları).

– Tanör, Bülent (2017), Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları).

– Tunaya, Tarık Zafer (1995), Türkiye’de Siyasi Partiler 1859-1952 (İstanbul: Arba Yayınları).

– Tunçay, Mete (1989), T.C’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931) (İstanbul: Cem Yayınevi).

– Vural Dinçkol, Bihterin (2015), 1924 Anayasası Döneminde Siyasal Muhalefet, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, 21 (2), 339-354.

– Zürcher, Erik Jan (2000), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (İstanbul: İletişim Yayınları).