Alper Işık’la Röportaj

Başlarken: Kendisinin aynı zamanda yüksek lisans konusu olan “Türkiye’de ulus-devlet ve gayrimüslim azınlıklar” hakkında röportaj yapma ricamızı kırmayan değerli hocamız Dr. Alper Işık’a bir kez daha teşekkür ederiz. Oldukça geniş bir kapsamı olan röportaj içeriğini, mümkün olduğunca her konuya temas edecek surette hazırlamaya gayret ettik. Bu çalışmayla, yakın tarihimizdeki sorunları bilimsel esaslar içerisinde irdelemenin mümkün olduğunu, hatta bunun Türk İnkılabı fikriyatına katkıda bulunacağını vurgulamak istedik. Nitekim sahiplenmek ve yükseltmek, eleştirmekten geçer. Sizler için ufuk açıcı olmasını dileriz.

-Demokrasi ve ulus-devlet kavramlarından ilkinin toleransı, insan haklarını ve çoğulculuğu; ikincisinin ise (objektif yahut sübjektif anlamda) türdeşliği ve bu doğrultudaki uygulamaları baz alıyor olması, lakin birlikte telakki edilen kavramlar olmaları çelişkili midir?

Bugünden bakınca çelişkili görünebilir ama aslında ulus-devlet, hâkimiyetin ulusta olması demektir. Bunu söylemek günümüzde zaten olması gereken bir şeyi söylemek gibi geliyor ama ulus hâkimiyetinin oldukça yeni olduğunu söylemek gerek. Bu yüzden, Atina örneğini saymazsak, önce “ulus” tarih sahnesine çıkmıştır; sonra “demokrasi” bu iklimden doğmuştur. Ulus-devletin türdeşliğinden doğabilecek sorunlar da çoğulcu demokrasiyle, azınlık haklarıyla dengelenmek istenmiştir. Ancak özellikle zor dönemlerde Ozan Erözden hocamızın ifade ettiği şekilde söylersek: “Ulusal olanın insani olandan zarar görme ihtimalinin belirdiği o hayati alanlarda, yurttaş ile insan pekala çatışabilecektir.”. Bu durum bizi evrensel bakış ile ulusal bakış arasında bırakabilir.

Modern demokrasinin gelişim seyri, ulus-devletlerin yükselişi ile tarihsel ve teorik olarak paralellik arz etmekte midir? Azınlık olgusu bu süreçte nasıl bir yaklaşım görmüştür?

Elbette. “Hâkimiyet ulustadır.” demeden bir demokrasi kurmak mümkün değil. Monarşilerde bile hâkimiyetin pratikte ulusta olduğu bir dönemdeyiz. Demokrasi tabii ulus-devletin hiç ortada olmadığı bir dönemde, Atina’da doğmuş ama sonra yüz yıllar boyunca sessizliğe gömülmüş, ulus hâkimiyeti düşüncesiyle tekrar tarih sahnesine dönmüştür.  

Tezinizde[1] azınlık mefhumunun tanımı yapmanın zor bir mesele olduğunu ifade ediyorsunuz. Akademik olarak tartışmalı ve zor dahi olsa bir tanım yapmak, “azınlıklar sorununun” daha doğru kavranmasını ve bütüncül çözüm önerilerinin getirilebilmesini sağlayabilir mi? Böyle bir tanımlamayı yaparken neye dikkat edilmeli?

Uluslararası alanda azınlık tanımı için çeşitli girişimler var ama bu, doğası gereği dönüşüm geçiren bir kavram. Eskiden hiç denkleme dahil edilmeyen ama bugün hak talepleriyle ortaya çıkan farklı azınlık gruplar mevcut. Dolayısıyla bir tanım yapmak aslında bu dönüşümü ıskalamak anlamına geliyor. Önce ulus konusunda, sübjektif anlayış üzerinde bir konsensüs sağlanmalı diye düşünüyorum. Her anlamda farklı olanın da eşit yurttaş olarak görülmesi anlamlı bir ilk adım olacaktır. Bu bağlamda hep imparatorluk geçmişine vurgu yapılarak kapsayıcı bir anlayıştan geldiğimiz söylenir ama günümüzde bu yeterli değil. “Azınlıklar misafir, biz de onlara burada haklar sağlıyoruz.” demek günümüzdeki ulus anlayışıyla maalesef bağdaşmıyor. İşin ilginci, ben bir hukukçu olarak burada çözüm olarak hukuki bir düzenleme önermekte zorlanıyorum. Çünkü mevzuat açısından baktığımızda Türkiye’nin eşit yurttaşlık, azınlıkların sahip olduğu haklar bağlamında büyük mevzuat eksiklikleri yok. O yüzden sorunun çözümü sosyoloji bilimiyle daha yakından ilgili diye düşünüyorum.

-Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulanan millet sistemini[2] geçirdiği dönüşümler itibarıyla ele aldığımızda; Tanzimat Dönemi’nde ve Kanun-i Esasi ile birlikte, yurttaşlık anlayışında din faktörünün göz ardı edilmiş olması, her ne kadar devlet laik karaktere bürünmüş olmasa dahi, laik bir refleks olarak yorumlanabilir mi?

Osmanlı millet sistemi dediğimiz şey aslında dini bir ayrıma denk düşüyor. Her millet bir dini birimi temsil ediyor. Ancak Tanzimat Dönemi’nde farklılıkların bir ayrımcılık sebebi olamayacağı defaatle vurgulanıyor. Burada laiklikten önce bir ulus ya da bir Osmanlı kimliği oluşturma çabası görüyorum ben. Laiklik ya da sekülerlik bu kimliğin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkabilirdi.

Uluslaşma yolunda, toplumu homojenize etmenin tehcir, asimilasyon, devletlerin anlaşması halinde mübadele gibi birtakım yolları mevcuttur.
a) Tarihte, toplumların bu yollardan herhangi biriyle homojenize edilmediği bir ulus-devletten söz etmek mümkün müdür?
İlk örnekler olarak ABD ve İsviçre aklıma geliyor. ABD göçlerle kurulmuş bir ülke ve federal bir yapıya sahip. Bu durum homojenize etmeye ihtiyaç bırakmıyor. Kolonilerin asgari müştereklerde buluşması ve İngiltere’ye karşı bağımsızlık mücadelesine girilmesi bu ulusu ortaya çıkartmaya yeterli olmuş. İsviçre de küçük bir coğrafyada olmasına rağmen dört dilin konuşulduğu bir ülke.

b) Türkiye’de ulus inşası yolundaki uygulamalar, Avrupa’dakilere oranla nasıl farklılıklar gösterir?
Avrupa’da tek bir uygulamadan bahsedemeyiz ama genel manada ulus-devletlerin ortaya çıkışına baktığımızda var olan benzerliklerin, özellikle dilin, önemli bir birleştirici unsur olduğunu görüyoruz. Özellikle Latinceden doğan diller zamanla uluslara da kaynaklık ediyor. Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler kitabı bu sürece vurgu yapar. Türkiye’de ise dil, din gibi unsurlarda birlik sağlamak için devlet daha aktif bir politika yürütmek durumunda. Bu yüzden mübadele ile din, daha sonrasında ise dil birliğini sağlamak için bir çaba içine giriliyor ve bu şekilde bir ulus inşa ediliyor.

-Azınlıklara ve onları temsil eden kurumlara (Örneğin Fener Rum Patrikhanesi) Kurtuluş Savaşı yıllarında ve cumhuriyetin ilk yıllarında gerek kamuoyunda gerek yöneticiler tarafından mesafeli durulmasının, soğuk bakılmasının sebebi veya sebepleri nelerdir? Bu sebep veya sebepler ulus-devletin kuruluşunu, temelini ve uygulamalarını nasıl etkilemiştir?

Azınlıklarla ilgili olumsuz bakış aslında Osmanlı’nın son dönemlerinde başlıyor. Özellikle Avrupa devletleriyle yürüttükleri ticari faaliyetler ve Osmanlı’nın mali açıdan sorunları bir araya gelince bu sonuç ortaya çıkıyor. Bu noktada kapitülasyonlara sahip devletlerin pasaportunu alarak, kapitülasyonların tanıdığı imtiyazlardan yararlanan azınlıkların da mevcut olduğunu belirtmek gerekir. Sonrasında I. Dünya Savaşı’nda Ermenilerin Ruslarla, Rumların Yunanlarla işbirlikleri de bu durumu destekliyor. Hatta Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” romanı bu dönemleri anlatır. Özellikle Anadolu’daki Rumların, Yunan ordusuna katılarak savaşmasının yarattığı kırılmayı insani açıdan çok güzel ele alır. Kitabın sonunda şöyle der yazar “Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden Selam söyle Anadolu’ya ..Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. (…) Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”. Samimi bir özeleştiridir ve bize çok şey anlatır. Lozan’da Türkiye’nin azınlıklar -özellikle de Rumlar- konusundaki tavrı bu tarihsel birikimden dolayı sert olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’nin kuruluşunu bu olgulardan bağımsız düşünmek zor.

-Lozan görüşmelerinin konularından biri, Yunanistan’da ve Türkiye’de yaşayan Türkler ve Rumların, bir nüfus mübadelesine konu olmalarıdır. Mübadele talebimizin ve bu talepteki ısrarlı tavrımızın temel sebebi nedir? Mübadele uygulamasının o dönemler uluslararası hukukta bir karşılığı, yahut o dönem, mübadele haricinde gündeme getirilebilecek bir alternatif yol var mıydı?

Önceki soruda anlattığım olaylar artık birlikte yaşamanın ne kadar zor olduğunu bize gösteriyor. Ayrıca Osmanlı mirasından sıyrılarak bir Türk devleti kurulmasının amaçlanması bu noktada önemli. Türkiye mübadele konusunda bu yüzden ısrarcı. Bir de tabii Osmanlı’dan ayrılıp devlet kuran etnik unsurlar da hafızalarda hala tazeliğini koruyor. Aynı şekilde Osmanlı siyasetinde etkin bir rol aldığını düşündükleri ve Avrupa devletlerinin müdahale aracı olarak kullandıkları Fener Rum Patrikhanesi’ni Türkiye dışına çıkartmak istiyoruz Lozan’da. Mübadele konusu da Lozan’da uzunca tartışılıyor. Başkaca çözümler önerilse de Türkiye bunlara karşı çıkıyor. Sonrasında Yunanistan gönüllü mübadele talep ederken Türkiye zorunlu mübadelede ısrar etmiştir ve bu şekilde zorunlu mübadele kabul edilmiştir. Mübadelenin hukuki çerçevesini Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan 30 Ocak 1923 tarihli “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” oluşturur. Alternatif olarak Lozan’da Lord Curzon tarafından azınlıkların ülkelerinde kaldığı ve uluslararası bir komisyon tarafından denetlendiği bir çözüm sunuluyor ama Türkiye tarafından kabul görmüyor. O dönem yaşananlar ve yeni bir ulus-devletin yaratılması, mübadele dışındaki seçenekleri pek mümkün kılmıyor olacak ki bu konuda Türkiye çok ısrarcı oldu.

-Mübadele edilen nüfusların yapısı, niteliği nasıldı? Mübadiller Türkiye’de ve Yunanistan’da nasıl iskan edildi?

Fener Rum Patrikhanesi’nin İstanbul dışına çıkarılma isteği kabul görmeyince, Patrikhane ile birlikte İstanbul’da yaşayan Rumlar -cemaat oluşturmak için- mübadele dışında kalmıştır. Gökçeada ve Bozcaada Rumları da mübadeleden istisna tutulmuştur. Bunlara karşılık olarak Batı Trakya’daki Türk azınlık da mübadeleden müstesnadır. Kalanlar açısından uluslararası hukukla ve vatandaş oldukları için de ulusal kanunlarla tanınmış güvenceler mevcut. Mübadeleye tabi olanlar içinse hiç bilmedikleri bir coğrafyaya alışma süreci var. Burada Karamanlı Rumlara özellikle değinmek istiyorum. Çünkü Ortodoks olan bu halkın dili Türkçe. Ancak Ortodoks oldukları için mübadele kapsamına alınıyorlar ve Yunanca bilmedikleri halde Yunanistan’a gönderiliyorlar. Dolayısıyla burada din temelli bir mübadele var. Mübadeleye tabi olan topluluklar birbirine benzeyen ya da birbirinin ikamesi değil. Örneğin mübadeleye tabi Rumların üçte biri kırsal kesimden gelmekteyken, mübadeleye tabi Türklerin yüzde doksanı tarımla uğraşıyor. Bununla birlikte örneğin tütüncülükle uğraşan bir Türk, Türkiye’de tütün yetişmeyen bir yerde iskan ediliyor. Bu durum tarımsal verimi düşürüyor. Tarımsal ürünlerin ihraç edilmesinde aracı olan Rumların da Yunanistan’a gitmiş olması pazarlama sürecini de olumsuz etkiliyor. Dolayısıyla Türkiye mübadeleden ekonomik açıdan zararlı çıkıyor diyebiliriz. Ancak istediği ulusu da bu sayede yaratmış oluyor. Yunanistan ise şehirli bir nüfus kazandığı için ekonomik alanda bu işten karlı çıkan taraf oluyor.

-Kitapta İttihad ve Terakki’nin, ektiği Türkçülük tohumlarından yeni bir ulus devlet yaratılmasına zemin hazırladığını ifade ediyorsunuz. Peki İttihad ve Terakki’nin tahayyülündeki ile, 1923’te kurulmuş olan ulus-devlet arasındaki benzerlikler ve farklar nelerdir?

İttihad ve Terakki’nin Osmanlıcılık’tan zamanla Türkçülüğe kayan bir çizgisi var. Zaman zaman İslamcılık da fikriyatlarında önemli bir yer tutuyor. Bu yüzden İttihad ve Terakki’nin tek bir tahayyülünden bahsetmek zor. Mustafa Kemal da İttihad ve Terakki’ye uzak bir önder değil. Örneğin milli bir burjuvazi yaratma konusunda İttihad ve Terakki de Osmanlı’da çalışmalar yürütüyor. Burada milliden kasıt; Türk olmak, Osmanlı olmak değil. Ulus hâkimiyeti konusunda da benzer bir bakış açısından söz edebiliriz. Ama bana kalırsa en temel fark İttihad ve Terakki’nin bir cumhuriyet kurma konusuna yaklaşımıdır. Mustafa Kemal’in yanında olan bazı eski İttihatçılar Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir cumhuriyet hayal etmiyordu. Dolayısıyla İttihad ve Terakki’nin kuracağı ya da tahayyül ettiği ulus-devlet bir cumhuriyet olmayabilirdi.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarında yurttaşlık kavramları nasıl düzenlenmiştir, yurttaşlık kavramının dönüşümü nasıl bir seyirde ilerlemiştir? Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar isimli kitabında Türkiye’nin tam anlamıyla ne toprak esasında ne de kan esasında bulunduğunu, ancak toprak esasına daha yakın bulunduğunu ifade eder. Sizce Türkiye’de görülen esas hangisidir?

1921 Anayasası bu konuda bir hüküm içermiyor. 1924 Anayası’nda ise meşhur “Türk ıtlak olunur.” ifadesi var. Bu hüküm önemli, çünkü Türklüğün ırksal bir aidiyete gönderme yapmadığı vurgulanıyor. Tabii o dönemdeki Meclis tartışmalarına bakarsanız “Gayrimüslimler Türk.” dememek için böyle bir yola gidildiğini görürsünüz ama yine de farklılıklara kapı aralayan bir hüküm olarak görmek gerekir. 1961 ve 1982 Anayasaları ise “Türk denir.” şeklinde yaklaşıyor yurttaşlık kavramına. Yurttaşlık kazanımında ise kan esası 1869 yılında “Tâbiîyet-i Osmaniye Kanunnamesi”nin bir ürünü. Bu Kanunname Cumhuriyet Dönemi’nde de uygulanıyor. 23 Mayıs 1928 tarihinde çıkartılan 1312 sayılı Vatandaşlık Kanunu ile beraber Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi yürürlükten kalkmıştır. 1312 sayılı bu yeni Kanun’a göre vatandaşlığa kabul ilkelerinde ana ilke yine kan bağı ilkesidir.

-Tezin üzerine eğildiği konu, ulus-devletleşme sürecindeki uygulamalar ve gayrimüslim azınlıkların (Ermeniler, Yahudiler, Rumlar) zamanla değişen hukuki rejimleriydi. Müslüman azınlıkların statülerini düzenleyen uluslararası bir anlaşma metni ise yoktu. Peki bu süreçte Müslüman azınlıklar için ne söyleyebiliriz? Statülerini düzenleyen bir normun olmaması neleri değiştirmiştir?

Lozan’da Türkiye, azınlık statüsüne pek sıcak bakmıyor. Ancak yürütülen müzakereler sonucunda sadece gayrimüslimleri azınlık olarak tanıyor. Fiiliyatta ise Rum, Ermeni ve Yahudiler bu statüden faydalanıyor. Örneğin Süryaniler, gayrimüslim olmalarına rağmen Lozan’da tanınan haklardan faydalanmıyor. Dolayısıyla Türkiye, Osmanlı’da azınlıkların yarattığı sorunlardan etkilenerek azınlık kavramını dar tutmayı tercih etmiş, her türden dini azınlık gibi bir tanımlama belirlemekten kaçınmıştır. Dolayısıyla Müslüman azınlıkların sorunlarının çözümünü iç hukukta bulmak gerekir diye düşünüyorum. Bu noktada Anayasa’nın 136. maddesi “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” hükmüyle bize yol gösteriyor.

-Varlık Vergisi’nin uygulandığı dönemde azınlıklara yönelik uygulamalar ne yönde olmuştur?

Öncelikle 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu’na baktığımızda belirli bir orandan bahsedilmediğini görürüz. Kanun gereğince kurulan komisyonlar vergi miktarını edindikleri kanaate göre takdir etmektedir. Aslında Kanun’da gayrimüslimler ilgili ayrı bir madde ya da hüküm yoktur. Komisyon, vergileri tahakkuk ederken Müslüman-gayrimüslim ayrımına gitmiştir. Faik Ökte’nin bu konuda verdiği bilgilere göre Komisyon’un tahakkuk ettiği vergilerde Müslüman ve gayrimüslimler arasında fark olmakla birlikte bu fark çok büyük değildir. Ancak daha sonra bu baremler Ankara’ya gönderilmiştir ve Ankara’dan dönüşte radikal bir değişikliğe uğramıştır. Örneğin İstanbul’da bir milyonun üzerinde vergi ödemesi istenen 11 mükelleften 9’u gayrimüslimdir.

-Lozan Antlaşması neticesinde yapılan Türk-Rum mübadelesi, 6-7 Eylül Olayları ve 1934 Trakya Olayları[3] dikkate alındığında, hükûmetlerin bu dönemlerde meydana gelen mağduriyetleri giderme adına atmış olduğu adımlar var mıdır, varsa nelerdir? Devletin attığı veya atmadığı adımlardan bağımsız olarak, Varlık Vergisi örneğinde “mağdur” olan azınlıkların uğradıkları zararları tazmin edebilmeleri adına hukuki bir yol mevcut mudur?

Örneğin Varlık Vergisi’yle ilgili olarak Kanun’da herhangi bir itiraz yolu öngörülmemiştir. Mübadelede Türkiye, gayrimüslimlerden kalan taşınmazları mübadeleyle gelenlere orantılı şekilde paylaştırmıştır. Ayrıca mübadeleye tabi tutulanların istekleri halinde geri dönebilmeleri için Yunanistan’la Türkiye arasında 1930 yılında “İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması” imzalanmıştır. Bu anlaşma Yunanistan ve Türkiye yurttaşlarına diğer ülkede serbestçe ikamet, ticaret ve dolaşım imkanı sağlıyordu. Mübadeleyle giden Rumlardan bir kısma bu anlaşmadan yararlanarak Türkiye’ye geri dönmüştür. Ancak 1964 yılında Kıbrıs’ta yükselen gerilimden dolayı Türkiye anlaşmayı tek taraflı olarak feshetmiştir ve Rumlar tekrar Yunanistan’a dönmüştür. 6-7 Eylül ve 1934 Trakya Olayları bir kanundan kaynaklanan mağduriyetler değildir. 6-7 Eylül Olayları Yassıada’da yargılama konusu yapılmıştır. Ama zaten gayrimüslimlerin ülkeden göçü bu yargılamalardan çok önce başlamıştır. 1934 Trakya Olayları’na gelirsek, burada da olaylardan sonra yapılan incelemelerin ardından hükûmet Mustafa Kemal Atatürk başkanlığında toplanıyor. Toplantıdan sonra hükûmetin yayınladığı açıklamanın sonuç kısmında; hükûmetin kovma ve boykot konularında her türlü baskıyla mücadele edeceği, suçluların tutuklanıp, cezalarını çekeceği, her Yahudinin dilerse evine dönebileceği belirtiliyor. Saldırıların sebebi olarak ise Almanya’da yükselen antisemitizmin Türkiye’de etkili olması gösteriliyor. Ancak bu açıklamalar yeterli olmuyor ki Trakya Yahudilerinin neredeyse tamamı İstanbul’a göçüyor. 

-1788 sayılı Memurin Kanunu, 2007 sayılı Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun, 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu gibi örnekler Türkiye Cumhuriyeti’nde ulus-devletin tesis edildiği dönemlerde aşırıya kaçan müdahaleler olarak değerlendirilebilir mi?

Bu kanunlar belirli bir ihtiyaca cevap veriyor. Sadece kanun metinlerini okursanız aşırıya kaçmayan düzenlemelerdir diyebiliriz. Ama uygulama bu düzenlemeleri aşıyor. Özellikle Varlık Vergisi’nde azınlıklarla ilgili bir düzenleme olmamasına rağmen vergi tarhında azınlıklara hakkaniyete uymayan vergiler tarh ediliyor. Ödemeyenlerden sadece gayrimüslim olanlar Aşkale’de zorunlu çalışma kamplarına gönderiliyor. Aşırıya kaçan noktaları buralarda aramak gerekir. Bu konuda dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin anılarına bakılabilir.

-Özellikle 2000’li yıllarda yapılan Anayasa değişiklikleri ve uyum paketleri, azınlıkların sorunlarına çözüm getirilebilmesi bakımından yeterli oldu mu? Azınlık sorunlarının çözülebilmesi adına sizce başka ne tür hukuksal adımlar atılmalıdır?

Şu an özellikle azınlık vakıflarının mallarıyla ilgili sorunlar ön planda. Bunlarla ilgili olarak hukuki düzenlemeler yapılıyor ama özellikle eski tarihli içtihatlar uygulanmaya devam ediyor. Bu yüzden azınlık vakıflarının mal edinememe sorununa kalıcı bir çözüm bulunamadı.

Dipnotlar

[1]: Türkiye’de Ulus-Devlet ve Gayrimüslim Azınlık, Alper Işık, On İki Levha, 2016

[2]: Osmanlı Devleti’nin Tanzimat öncesi dönemde benimsediği, dini grupların devlet himayesi altına alınmasını konu edinen bir anlayıştır. Ancak buradaki “millet”ler Osmanlı’da azınlık grupları olarak telakki edilmemiştir (Bkz.).

[3]: Gayrimüslim azınlıklara gösterilen ilk toplumsal ve sistematik reaksiyondur; Çanakkale, Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’daki Yahudilere, bölgeyi terk etmeleri amacıyla ticari boykot şeklinde başlayan, zamanla yağma ve fiziksel saldırı boyutuna evrilen faaliyetler, takriben iki bin Yahudinin İstanbul’a göç etmesine sebebiyet vermiştir (Bkz.).

Alper Işık Kimdir?

2011 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 2012 yılında Ankara Barosu’nda avukatlık stajını tamamladı. 2013 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku bölümünde yüksek lisans eğitimine ve araştırma görevliliğine başladı. Tez yazım sürecinde bir dönem Paris V-Descartes Üniversitesi’nde bulundu. 2015 yılında Türkiye’de Ulus-Devlet ve Gayrimüslim Azınlık isimli teziyle yüksek lisans eğitimini tamamlamış ve aynı enstitü bünyesinde doktora eğitimine başlamıştır. Doktora tezi yazım sürecinde altı ay süreyle Paris I-Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulunmuştur. 2019 yılında doktora eğitimini tamamlayan Işık, Sakarya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalında Dr. Öğr. Üyesi unvanıyla akademik çalışmalarını sürdürmektedir.

Kitapları: Dijital Demokrasi, Türkiye de Ulus-Devlet ve Gayrimüslim Azınlık


Röportajın Künyesi

Soruları hazırlayan, soran: Kerem Ali Vahap, Doğukan Temizel

Tarih: 2 Şubat 2021