Bihterin Vural Dinçkol’la Röportaj

Başlarken: 23 Nisan 1920 tarihinin üzerinden tam olarak 100 yılın geçtiği bugün, hukuk öğretisinde çalışmalarıyla önemli bir yere sahip olan ve aynı zamanda Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden de hocamız olan değerli Bihterin Vural Dinçkol’la yaptığımız bu kapsamlı röportajı yayınlamaktan mutluluk duyuyoruz. Röportaj sorularını, konuları bakımından oldukça kapsamlı tutmaya çalıştık. Türk İnkılabı, inkılabın metodu, etkileri, içerdiği devrimler, TBMM ve Kemalizm gibi meseleler üzerine sorduğumuz sorulara verdiği değerli yanıtlar ve bu süreçteki ilgisi için tekrar teşekkür ederiz.

-Türk Hukuk Devrimi’nde resepsiyon (iktibas, benimseme) yöntemi izlenmiştir. Bundan yola çıkarak yapılan “kanunların aynen alındığı”, “toplumun yapısına uymadığı” ve de “resepsiyonun yanlış ülkelerden yapıldığı” eleştirilerini nasıl değerlendirirsiniz?

1 Mart 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada Atatürk, “hukuk devrimi”nden söz etmiş ve oluşturulacak kuralları uygulama ehliyetine sahip hukuk insanlarını yetişmesini sağlamak için yüksek öğrenim derecesinde yeni bir hukuk okulunun kurulması gereğini ifade etmiştir. Atatürk ve kurucu kadro, ulus-devletin yapı taşı olarak akıl buyruğu olan rasyonel kuralları gerekli görüyordu. Burada öncelikle vurgulanması gereken nokta; kuruluş sürecinde liderin bağımsızlık tutkusunun yapılan reformları dış etkilerden korumuş olması ve Avrupa’nın da faşizm tehdidi altında olması nedeniyle içinde bulunduğu çalkantıların “bağımsız politika” oluşturulmasında Batı etkisini ortadan kaldırmasıdır. Ayrıca Lozan Andlaşması’nın azınlıklara tanıdığı ayrıcalıkların da bir an önce ortadan kaldırılması isteniyordu. Bu amaçla kurulan komisyonların ağır çalışması ve eski hukukun etkisinden kurtulamamış oldukları gözlenince resepsiyon ya da iktibas usulü tercih edilmiştir. Resepsiyon, yabancı ülke kanunlarının benimsenmesiyle hukuk değişiminin gerçekleşmesidir. Hangi ülkelerin kanunlarının seçileceği araştırılırken, çağın gereklerine uygun özellikler taşıyıp taşımadığı, tarihinin yeni olması, dilinin sade ve kavramların açık olması dikkate alınmıştır. Burada Avrupa hukuk sistemine yönelmenin başka bir hukuk sistemi içinde erimek değil, kendi bağımsız-ulusal hukuk sitemini kurmada bir basamak olması amaçlanmıştır. Avrupa kökenli evrensel normlar ulusal hukukun inşa sürecinde yapı malzemesi olarak kullanılmıştır. İktibas edilmiş olmalarına rağmen yeni kanunlarla bir süre sonra milli bir hukuk sistemi oluşturulmuştur. Nitekim uygar ulusların tarihi de incelendiğinde resepsiyonun milli hukukun gelişimine engel olmadığı görülmektedir. Zaten resepsiyon her çağda görülen bir hukuki gelişimdir, konusu hukuk değil kanunlardır. Aynı kanun maddesi farklı ülkelerin mahkeme kararlarında ve bilimsel eserlerinde farklı anlamlar kazanmaktadır. Kanunlarının alınması, hukuklarımızın aynı olması sonucunu doğurmaz. Zaman içinde yeni hukuku uygulayan hâkim ve savcılar, avukatlar ve analiz ederek öğreten akademisyenler bağımsız ve kendine özgü bir hukukun yaratılmasına yardımcı oldular.  

-Atatürk Devrimleri, takdir edilmeleri yahut eleştiriye uğramalarının yanı sıra; kendi içlerinde kıyaslanmışlardır da. Örneğin İsmet İnönü, Atatürk’ün en ileri iki devrimini Harf Devrimi ve kadın devrimi olarak tanımlamıştı. Necdet Sakaoğlu da Harf Devrimi için “Türk devrimlerinin en kalıcı ve güvenceli olanı” demektedir. Harf Devrimi’nin bu biçimde nitelendirilmesinin altında hangi sebepler yatıyor olabilir? Bu bağlamda devrimler bir tür değer hiyerarşisine tabi tutulabilir mi, herhangi bir Atatürk Devrimi, bir diğerine göre “vazgeçilmez” midir?

Atatürk devrimi ile yeni kurulan Türk Devletine siyasal, kültürel, sosyal ve ekonomik alanda “milli” nitelik kazandırmak ve çağdaşlaşmak hedeflenmiştir. Topluma kendi milli kültürünü kazandırmak amacı yolunda ilk adım “Harf Devrimi”dir. Türk toplumu Latin harflerinin kullanımıyla yaygın inanca göre sadece Batı kültürüne değil tarihsel bağlarının olduğu Doğu kültürüne de yakınlaştırmıştır. Aslında Tanzimat döneminden itibaren alfabe değişikliğine ilişkin çeşitli girişimler olmuştur. Ancak bu sürecin düalist yapısı kalıcı değişimleri ortaya çıkarmamıştır. Atatürk’ün bu konudaki tutumu değişimin kısa sürede gerçekleştirilmesini sağlamıştır. 9 Ağustos 1928 tarihinde Sarayburnu’nda bu durumu şöyle ifade etmiştir;

“Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Yeni Türk harflerini her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanseverlik ve milliyetçilik vazifesi olarak biliniz.”

Bu sözler aynı zamanda devrimin “halkçılık” ilkesine de işaret etmektedir.  Diğer inkılâplara da bakıldığında hepsinin birbirini tamamlar nitelikte olduğu görülmektedir. Birbirlerine göre bir öncelik taşımaz. Devrimin amacına uygun olarak toplum ve siyasal yapı değişiminin gerçekleşmesine hizmet eden inkılâplardır her biri.

Devrim olgusunun ve kurucu partinin Türk devlet mekanizması üzerinde “otorite kırıntısı” bıraktığı ve Türkiye’nin bundan sıyrılamayıp hiçbir zaman batılı anlamda ve düzeyde demokratik olamadığı fikri, bilhassa bazı liberal çevrelerce benimsenmiş vaziyettedir (Hatta cumhuriyetin kuruluşu itibarıyla “yanlış” bir niteliğinin olduğu, dolayısıyla da ne kadar demokratikleşme adımı atılırsa atılsın istenilen düzeye gelinemeyeceği de ileri sürülür.). Siz bu fikre nasıl bakıyorsunuz?

Kuruluş yıllarını değerlendirirken bu dönemin esas sorunsalının, demokratik bir anayasal düzen kurmak değil ulus devletin kurulması ve köklü dönüşümlerin gerçekleştirilmesi olduğunu unutmamak gerekir. Doğal olarak bu nedenle her devrim de olduğu gibi zaman zaman otoriterleşme eğilimi olduğunu da gözden kaçıramayız. Bu durum bütün devrimlerde gözlenmiştir. Modernleşmenin gereği olan rasyonel gelişim yolundaki inkılâplar, asıl üzerinde durulan hususlardır. Sonraki dönemleri kuruluş yıllarının koşulları üzerinden değerlendirmek yerine, sonrasında toplumun siyasal, kültürel ve tabii ekonomik gelişiminin demokratik ortamı oluşturma yolunda gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği üzerinde durmak daha doğru olacaktır. Çoğulculuk, özgürlükçü demokrasi arayışları 1961 Anayasası dönemi içinde tartışılan konulardır. 

-Kemalizm hakkında “antiemperyalist değil, bonapartist bir ideoloji” değerlendirmesini göz önüne aldığımızda;

a) Kemalizm kanaatinizce bir ideoloji midir? İdeoloji olarak kabul etmenin ya da etmemenin sonuçları neler olabilir?

İdeoloji kavramının kökeni 19. Yüzyıl Fransasına dayanmaktadır. İdeoloji, farklı dönemlerde farklı şekillerde tanımlanmış olmakla birlikte esas itibariyle geniş anlamda insan ve topluma dair kapsamlı bilişsel ve ahlaki inanç sistemlerinin bir biçimi olarak ifade edilebilir. Dar anlamıyla ise belli bir düşünce ya da davranışı haklı göstermek ya da bu yönde davranış ve düşünceleri etkilemek işlevi taşıyan inanç, tutum ve düşünceler silsilesidir. Şüphesiz her düşünce ya da inanç ideoloji değildir. İdeoloji olabilmesi için bir sınıf ya da kitleyi bir arada tutmaya yönelik olmasının yanı sıra hitap ettiği kitlenin çıkarlarına uygun olması gerekmektedir. Sosyolojik bir kavram olan ideoloji iktidara yöneldiği için muhakkak siyasallaşacaktır. Bu tanımlamalardan yola çıkarak devrim sürecinin liberal ve bir ölçüde de sosyal fikirlerden etkilenerek bir ideoloji oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ancak Atatürk, altı ilkeden biri olarak saydığı “inkılâpçılık” ilkesi ile sürekli devrimciliği benimsenerek dogmatikleşmiş bir ideolojiden yana olmadığını ortaya koymuştur. Ulusal mücadelenin başından itibaren yürütücü kadronun oluşturduğu düşünceler önce partinin siyasi ideolojisini sonra da cumhuriyetin temel niteliklerini oluşturmuştur.

b) Tırnak içerisinde belirtilen tanımlama için ne düşünüyorsunuz?

Bonapartizm ilk olarak Karl Marx tarafından kullanılmış olup askeri vesayet rejimlerini ya da asker-bürokrat hakimiyetine dayanan halk desteğine sahip otoriter iktidarları tanımlamak için kullanılır. Burada unutulmaması gereken bonapartist ideolojinin sınıf çatışması üzerine kurulu olmasıdır. Devrim sürecinde Türkiye’de herhangi bir sınıfın varlığından söz etmek mümkün değildir. Tarımla uğraşan bir toplumda yönetici kadronun karar mekanizmasını ellerinde tutması, Osmanlı’dan beri süre gelen bir durumdur.

-Türk İnkılabı’nın fikirsel arka planı, 1924 Anayasası’ndan da rahatlıkla anlaşılacağı üzere; pozitivizm, Fransa tipi laiklik, çoğunlukçu demokrasi yaklaşımlarını ihtiva etmekteydi. Peki sizce, ilgili dönemde bunlara alternatif olarak benimsenebilecek anlayışlar var mıydı? Anglosakson tipi laiklik ekolü -bir diğer deyimle sekülarizm- izlense idi; anayasaları, içtihatları ve toplumu nasıl etkilerdi?

Anglo-sakson kökenli sekülarizmin ana özelliği, hanedanlara karşı çıkmaması, kilise ile uyumlu olması, dinsel güçlerle barışçıl ilişki içinde bulunması, rasyonalizmi ve milliyetçiliği savunan bir model olmasıdır. Lâiklik ise radikal dönüşüm ve reformların neticesidir. Dinsel farklılıkların yanı sıra sosyal, ekonomik ayrılıkların rolü ve ulus-devlet inşası, rejim olarak “cumhuriyet”in tercihi, Türk modernleşmesine etki etmiş ve lâiklik benimsenmiştir. Sekülarizm sosyal, kültürel ve dinsel farklılıklar nedeniyle özellikle başlangıçta işlevsel bulunmamıştır. 

-Peki, Ahmet Kuyaş’ın “Türkiye’de 2000’lere dek laiklik adı altında bir tür sekülarizm yaşandı.” görüşüne katılıyor musunuz? Yargısal içtihatlar bakımından 2000 sonrasında laikliğin geldiği noktayı nasıl değerlendirirsiniz?

Sorunun ilk kısmını yukarıda cevapladım sanırım. 2010 Anayasa değişiklikleri uygulamayı ve Anayasa Mahkemesi kararlarının lâiklik yorumlarını etkilemiştir. Önceki yıllarda dinin kamusal alandan uzaklaştırılması yolunda sergilenen “mücadeleci” tavır yerini kamusal alanda dinsel figürlerin dışlanmaması yorumuna bırakmıştır.

-Gerek Tanzimat sonrası Osmanlı’da, gerek Erken Cumhuriyet’te kadın hareketlerinin sosyal, siyasal ve hukuksal ilerlemelere etkisi ne ölçüde olmuştur? Bu etki(ler), Türk İnkılabı ile paralel olarak mı ilerlemiştir, inkılaplarla kadın hareketinin etkileşimi nasıl olmuştur?

Toplumların uygarlık ve tabii demokrasi düzeyini belirlemede kadının toplumdaki yeri bir göstergedir. Kadınların hukuksal, siyasal ve sosyal eşitlik talepleri, gerek ulusal gerekse uluslararası alanda üzerinde durulan önemli konulardan biridir. Kadınlar demokratik alanda kendi hak savunumlarını yaparken, demokrasiye de katkıda bulunmaktadır. Kadınların gerek siyasal iktidar gerekse sosyal iktidarlarda söz sahibi olmaları için verdikleri mücadele uzun yıllardan beri sürmektedir. Türkiye’de meşrutiyet dönemi bu tür girişimlere sahne olmuşsa da asıl değişim cumhuriyetle gerçekleşmiştir. 1935 yılında Atatürk’ün himayesinde toplanan “Milletlerarası Kadın Kongresi” bu konuya verilen önemi göstermektedir. Eşit yurttaş olma yolunda atılan adımlar, hukuk devrimi içinde özellikle Medeni Kanun’un kabulü ile gerçekleştirilmiştir. Aslında erken dönemde topyekün sürdürülen kurtuluş mücadelesi içinde gösterdikleri varlık ile öne çıkan kadınlar, sosyolojik yapının etkisi ile aile içindeki rollerinden uzaklaşamamışlardır. Her ne kadar seçme ve seçilme hakkına pek çok Avrupa ülkesinden önce sahip olmuşlarsa da onlara yüklenen görev modern aile kurumunu oluşturarak modernleşme sürecine katkıda bulunmalarıdır. Atatürk’ün itici gücü parlamentoda temsil edilmelerini sağlamışsa da kadınların siyasal iktidar üzerindeki etkisinin toplumca kabulü erken dönemde mümkün olmamıştır. Kadın hareketinin ülke siyasetine etkisinin ivme kazanması asıl 1980 sonrasıdır. Kuruluş yıllarında ise hedef ulus-devlet içinde eşit birey olmalarının ve kamusal alanda varlıklarının sağlanmasıdır. Bu dönemde aile içinde modernleşmeye katkıda bulunan kadından söz etmek gerekir. Ataerkil yapı nedeniyle siyasal alan kadına, sembolik oranda açılmıştır.   

-Atatürk, 1928’de Le Matin gazetesine “Türk demokrasisi Fransa İhtilali’nin açtığı yolu takip etmiş, lakin kendisine vasf-ı mümeyyizle inkişaf etmiştir.” şeklinde bir demeç vermiştir. Sizce Türk demokrasisinin bu kendine haslığı hangi olgularda belirginleşir?

Atatürk demokrasiye ilişkin fikirlerini Afet İnan tarafından kaleme alınan “Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazıları” adlı eserde bulabiliyoruz. Atatürk burada Türk kişiliğinin orijinalitesine uygun demokrasiyi anlatıyor. “Hakimiyet-i Milliye”yi birey özgürlükleri ile tamamlıyor. Demokrasiyi cumhuriyetten ayırmadan değerlendiren Atatürk, siyasal sistemi halkçı ve lâik ilkeler üzerine kurmuştur. Ana amaç cumhuriyetin devamlılığını sağlamaktır.

-Gelelim son soruya. Parlamento geleneğimiz yaklaşık 144 yıla uzanmakta. Bugün kuruluşunun 100. yıl dönümünü kutladığımız TBMM’nin demokratikleşme ve anayasallaşma serüvenimizdeki yeri, rolü, önemi nasıl olmuştur?

TBMM’yi 100 yıllık bir süreçte bütün ve genel olarak değerlendirmek hatalı olur. Dönemlere göre sistemsel farklılıklar görülmektedir. Kurtuluşu sağlayan ve millli mücadelenin meşruiyetini temsil eden I. Meclis şüphesiz önemli bir işlev üstlenmiştir. Meclis hükümeti sistemi olağanüstü dönemin gereğine uygun olarak uygulanmıştır. 1924 Anayasası döneminde tek partinin varlığı, meclis çoğunluğu içinden çıkan yürütmenin meclis çoğunluğu üzerinde etkili olması, yürütmenin siyaseten üstünlüğüne sahne olmuştur. Aynı anayasa döneminde çok partili yaşama geçiş gerçekleşmiş ve Demokrat Parti hükümeti de aynı şekilde yasama üzerinde etkili olmuştur. Bu dönemin uygulamalarına tepki olarak çift meclis sisteminin 1961 Anayasası ile kabulü, Cumhuriyet Senatosu’nun Millet Meclisi’ni frenlemesi amacı taşımaktaydı. Ancak zaman içinde bu amaç gerçekleşmediği gibi yasama faaliyetleri tıkanma noktasına gelmiştir. Hatta 1980 askeri darbesinin nedenleri arasında bu durum da gösterilmiştir. 1982 Anayasası tekrar tek meclisli parlamento düzenine dönmüştür. Artık yegane dengeleme mekanizması Anayasa Mahkemesidir. 2017 yılında Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmiştir. Türkiye’de genellikle yürütme, siyasal anlamda daha etkilidir. Bunun nedeni siyasal partilerin davranış sistemidir. Siyasal partilerin parti içi demokrasi yerine parti disiplini uygulamaları erken Cumhuriyet döneminin güçlü yasama organının, yürütme karşısında daha az fonksiyonel olmasına neden olmuştur. 

Bihterin Vural Dinçkol Kimdir?

1980’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Ardından bir süre hâkim olarak görev yaptı. Aynı dönemde AÜHF’de yüksek lisansını tamamladı. 1990’da İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Bölümü’nde doktorasını tamamladı. 1996’da Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı doçenti oldu. 2002’den bu yana aynı anabilim dalında profesör olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Bazı önemli eserleri: Genel Kamu Hukuku (Kolektif), Atatürk Devrimi, 1982 Anayasası Çerçevesinde Anayasa Mahkemesi Kararlarında Laiklik


Röportajın Künyesi

Soruları hazırlayan, soran: Kerem Ali Vahap, Doğukan Temizel

Röportaj görselinde kullanılan fotoğraf: İstanbul Barosu’nun “Cumhuriyetimizin 96. Yılında Atatürk İlkeleri ve Devrimleri” isimli etkinlikte çekilmiştir.

Tarih: 23 Nisan 2020