“Samsun’a Doğru ve Ondan Sonra”9 min read

Göztepe ilerisinde geniş bahçeli bir köşk… Büyük Şef’in yakın arkadaşlarından emekli Orgeneral Cevat’ın köşkü… Bir 19 Mayıs gününün arifesinde ilk hatıra gelen Orgeneral, beni, kapının önünde büyük bir nezaketle karşılıyor:

“Buyurun…” diyor, “Sizi tanıyacak gibi oluyorum ama…”.

Böyle vakitsiz rahatsız edişimin sebebini anlatarak kendimi tanıtıyorum.

Odaya girer girmez:

“Generalim” diyorum, “Yarın 19 Mayıs. Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı gün.”.

Orgeneral oh çeker gibi, bütün ciğerleriyle geniş bir nefes alarak:

“Evet. 19 Mayıs…” diye tekrarlıyor.

Ben tekrar söze başlıyorum:

“Müsaade buyurunuz da. Türk milletine bu kadar uğultu gelen bit gün hakkında sizden…” Orgeneral sözümü kesiyor:

“Bu kadar büyük alaka duymakta haklısınız” diyor, “19 Mayıs, yalnız bir devrin değil, bütün bir zihniyetin değiştiği gündür. Harap bir imparatorluk enkazından dipdiri bir devletin kurulacağını bize 19 Mayıs müjdeledi. Yeni Türkiye’nin tarihi yazılırken, 19 Mayıs bir dönüm noktası olarak kabul edilecektir: 19 Mayıs’tan önce ve sonra. Cefakar Türk milleti, 19 Mayıs’ı asırlardan beri bekliyordu. Atatürk’ün, Samsun’a ayak basışı, bir kurtuluşun ve bir ayaklanışın ifadesidir.”.

Orgeneral Cevat, bundan sonra heyecanlı bir sesle, hatıralarını anlatmaya başladı:

“Tevfik Paşa kabinesinde Harbiye Nazırı olarak bulundum. Fakat bu vazifede, ancak 15 gün kalmaya tahammül edebildim. Dağılmış bir ordu, çiğnenmiş bir vatan… Ve ben, bu çiğnenmiş vatanda, bu dağılmış orduların idaresine memurum. Tevfik Paşa’ya çok acı şeyler yazarak, Harbiye Nazırlığı’ndan istifa ettim. Evime çekilmiş oturuyordum. Bir gün, kapıya bir polis memuru geldi. Getirdiği haber şu idi: ‘Sadrazam Paşa, sizi görmek istiyor.’.

Tan gazetesi, 19 Mayıs 1937.

Sadrazam, yani Damat Ferit… O zamana kadar Ferit Paşa’yı tanımazdım. Fakat, kendisi beni çok eskiden tanıdığını, hakkımda iyi kanaatler beslediğini söylüyor ve mutlaka bir vazife kabul etmemi istiyordu.

‘Yorgunum, affediniz.’ dedim. Fakat, dinletemedim. Bütün ısrarlarım, hatta Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa nezdinde, beni kendi halime bırakmaları için yaptığım teşebbüsler neticesiz kaldı. Ertesi günü, Umumi Erkan-ı Harbiye Reisliğine tayinim emrini aldım. Damat Ferit bana ilk günlerde itimat eder görünüyordu. Bu da rahat çalışabilmek için lüzumlu bir şeydi. Atatürk’ün, Samsun ve Havalisi Umum Müfettişliği vazifesiyle İstanbul’dan ayrılacağı günler yaklaşıyordu. Bir akşam, Damat Ferit, Nişantaşı’ndaki konağına Atatürk’le beni çağırmıştı. Yemekler yenildikten sonra, ortaya bir harita geldi Damat Ferit, paftayı açtığı zaman ömründe hiç harita görmemiş bir adam gibi, parmağını bir noktaya basarak hayretle mırıldandı:

‘İşte Mer Noire (Karadeniz)!’

Belki de Karadeniz’in, bu kadar geniş oluşuna şaşmıştı. Atatürk, harita üzerinde izahat verirken, Damat Ferit de arada bir, kendisine, şimdi teferruatıyla hatırlayamadığım manasız sualler soruyordu.

Nişantaşı’ndaki konaktan Mustafa Kemal’le birlikte çıktık. Karanlık yollarda, yarım saat, belki bir saat kol kola dolaştık. Neler konuştuğumuz kolayca tahmin edilebilir. Mustafa Kemal, düşünceli görünüyordu. Kafasının içinde, tasarlanmış bir planı olduğuna şüphe etmiyordum. O sırada tenha bir sokağın içine girmiştik. Ben sordum:

‘Bir şey mi yapacaksın Kemal?’.

Atatürk, soğukkanlılıkla cevap verdi:

‘Evet Paşam. Bir şeyler yapacağım ve muhakkak muvaffak olacağım.’.

Samsun’a hareketi kararlaştırdıktan sonra, birkaç defa daha görüştük. Öyle sanıyordum ki, son mülakatımız bir cuma gününe rastlamıştı. Yanılmıyorsam, Vahdettin’in cuma selamlığına çıktığı bir sırada idi. Yaptığımız bu görüşmelerin birinde, bazı tedbirler almayı da düşündük. Eldeki şifrelerin işgal ordusu kumandanlarının eline geçmek ihtimali vardı. Fevkalade bir vaziyette bu şifrelerden istifade edilemezdi. En iyisi, kendi aramızda, yalnız bir defa kullanılmak üzere, hususi bir şifre tertip etmekti. Atatürk’le baş başa vererek, iki nüshalık bir şifre hazırladık. Biri bende, öteki kendisinde kaldı. Mustafa Kemal, Samsun’a gideceği gün, ben teşyiciler (uğurlayanlar) arasında yoktum.

Aramızdaki sıkı münasebetin seçilmemesi için buna önceden karar vermiştik. Paraketasız, pusulasız küçük Bandırma vapurunun, aziz yolcuyu salimen Samsun’a bıraktığı haberini, büyük bir sevinçle aldım. Fakat, arası çok geçmemişti ki, Mustafa Kemal’in Anadolu’da bulunması, devletlerce hoş görülmemeye başladı. Onu, geri çevirmek için İstanbul Hükûmeti’ne şiddetli bir nota verdiler.

Mustafa Kemal, İstanbul’a davet edildi. İşte tam bu sıralarda, Atatürk’ten aramızda kararlaşan şifre ile bir telgraf aldım: ‘Beni İstanbul’a çağırıyorlar. Vaziyet nedir?’ diye soruyordu. Aynı şifre ile çektiğim telgrafta vaziyeti kendisine anlattım: ‘Sizin gibi kudretli bir elin Anadolu’da bulunması, devletleri kuşkulandırdı. Birtakım sürprizler hazırlamış olabilirler!’ dedim.

Mustafa Kemal, zaten kararını vermişti. İstanbul’a dönmedi. Ve bir ‘ferd-i millet’ olarak Anadolu’daki kalkınma hareketini teşkilatlandırmakta devam etti.

Atatürk’le, bu tarihten sonra da sık sık muhabereler yaptık. Fedakar bir posta müvezzii (dağıtıcısı) vardı. Ortalık kararıp el ayak çekildikten sonra gizlice kapıyı çalar, Anadolu’dan namıma gelen telgrafları bırakırdı. O günler Babıali’de Yunan işgal mıntıkasının hudutsuz surette genişlemesinden dolayı hissedilir bir telaş vardı. Bu telaşın ilk tezahürü, nazırları, fevkalade bir toplantıya çağırmak oldu. Şevket Turgut Paşa’nın ısrarıyla ben de bu toplantıda bulundum. Damat Ferit, Avrupa’da idi. Vükela Heyeti’ne Şeyhülislam Mustafa Sabri riyaset ediyordu. Müttefik devletlerin yaptıkları yeni bir teşebbüs, müzakerenin mevzuunu teşkil ediyordu.

Teşebbüs şu idi: Devletler, Anadolu’nun silahtan tecridini istiyorlardı. Diyarbekir havalisindeki askeri kuvvetlerimiz dağıtılmalı, memleket asayişi, muayyen miktarda jandarmanın eline bırakılmalı idi.

Vükela Meclisi’nde Ali Kemal ile (Maarif Nazır), Mehmet Ali’nin (Dahiliye Nazırı) dahil olduğu ekseriyet, İtilaf Devletleri’ni gücendirmemek için tekliflerin derhal kabulüne taraftardılar. Şevket Turgut Paşa ile ben ise, vaziyeti asker gözüyle görüyorduk. Aramızda şiddetli münakaşalar oldu. Ben fazlaca sinirlenmiştim. Ağzıma geleni söylüyordum. Bir aralık Galatasaray’dan eski hocam Abdurrahman Şeref merhum -kabinede sandalyesiz nazırdı- yanıma geldi, ağzını kulağıma yaklaştırarak:

‘Aman oğlum…’ dedi. ‘Çok bağırma. Sana o kadar söylerim!’.

Münakaşa, gitgide öyle şiddetlendi ki, Sabri Hoca celseyi tatil etmeye mecbur oldu. Meclis dağıldıktan sonra Hoca, beni bir kenara çekip şunları fısıldadı:

‘Paşa… İyi bil ki, burada söylediğiniz sözler, iki saat sonra, İngiliz ve Fransız mümessillerinin kulağıındadır!’.

Hoca Sabri’nin yalan söylemediğini sonradan öğrendik. Ali Kemal’le Mehmet Ali, meğerse, devletin bu en mahrem meclisinde geçen sözleri, yemeyip içmeyip ecnebilere yetiştiriyorlarmış. Hatta Ali Kemal’in, yabancıların da bulunduğu bir toplantıda yüksek sesle:

‘Şu Harbiye Nezareti’nin altına bir bomba yerleştirip içindekilerle birlikte havaya uçurmalı. Memleketin selameti bunu iktiza eder.’ diye haykırdığını duymuştuk. İstanbul Hükûmeti’ni işte bu seviyede ve tıynette adamlar idare ediyorlardı.

Bir gün, hiç unutmam, Damat Ferit beni çağırdı:

‘Hazır olunuz. Yakında Avrupa’ya gideceğiz!’ dedi.

Derhal itizar ettim:

‘Hastayım Paşam. Gidemem. Affınızı rica ederim, hem benim burada kalmaklığım daha faydalı olur.’ dedim. Damat Ferit, hemen ayağa kalktı. Elini bana uzatarak:

‘Hazırlanmış bir Avrupa seyahatini reddeden bir zata ilk defa rastlıyorum. Sizi tebrik ederim.’ dedi. Damat Ferit, Avrupa’dan dönüşünde beni bir daha tanına çağırdı. Fakat bu sefer yüzü değişmişti. Hafifçe kaşlarını çatarak sitemli bir eda ile:

‘Paşa… Sizin Anadolu ile muhabere ettiğinizi söylüyorlar, doğru mu?’ diye sordu.

‘Evet Paşa Hazretleri, doğrudur. Anadolu ile devamlı surette muhabere ediyorum. Bu işin, benim vazifelerimden biri olduğuna kanaat etmeliydiniz. Emredersiniz, muhabere evrakını size de gösterebilirim.’ dedim. Damat Ferit ses çıkarmadı fakat iki gün sonra Erkan-ı Harbiye Reisliği’nden azlimle Askeri Şura azalığına tayinim hakkında bir emir aldım. Askeri şurada iken tabii bir iş görmek imkanı yoktu. Ve istifa ettim.

Ali Rıza kabinesi mevkiye gelince, beni tekrar Umumi Erkan-ı Harbiye Reisliğine geçirdiler. Mersinli Cemal Paşa, Harbiye Nazırı olduğu sırada İşgal Kuvvetleri Kumandanlığı, Mersinli ile benim iş başından uzaklaştırılmamızı istediler. Kabine, bu talebi reddetti. Siyasi bir mesele açacaktı. Ben buna meydan vermeyerek kendiliğimden çekildim. Daha sonrasını biliyorsunuz: Salih Paşa, sadrazam oldu. İstanbul ikinci bir işgal felaketine uğradı. Biz de birçokları gibi Malta’nın yolunu tuttuk.”

Emekli Orgeneral, hatıralarının sonunu şöyle bağladı:

“Gençlik 19 Mayıs’ı unutmamalıdır! Tarihlerinde bir 19 Mayıs bulunmayan nice mağlup milletlerin ömrü, mev’ut bir mesihi bekler gibi, hep bu günü beklemekle geçiyor!”

Not: Bu sayfada aktardığımız röportaj, 19 Mayıs 1937’de Tan gazetesinde yayımlanmıştır. Salahaddin Güngör tarafından yapılan bu röportaj, gazetenin o tarihli 7. ve 10. sayfasında yer almıştır. Röportajın başlangıcında Güngör’ün giriş olarak yazdığı paragrafların bir kısmına okuma kolaylığı sağlamak adına yer vermedik. Gazetede yer alan aslına sadık kalıp, günümüz imla ve yazım kurallarına uygun şekilde metni paylaştık.