Türk Hukuk Devrimi’nin Omurgası: 1924 Anayasası’nın Önemi Üzerine7 min read

Türk Hukuk Devrimi'nin Omurgası 1924 Anayasası

Sitemize adını ve bizlere de onu anlatma misyonunu yükleyen Türk İnkılâbı (Bundan sonra Türk Devrimi olarak anılacaktır), Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve cumhuriyet rejiminin yerleşmesi sürecinde, ulus-devlet ve demokratik toplum inşası için devlet ve toplum adına yapılan yenilikler bütünlüğünü-sürecini ifade etmektedir. Devrimler tarihi içerisinde müstesna bir yere sahip olan Türk Devrimi’nin esas sıra dışı yönü, Max Weber’ci anlamda, rasyonel-yasal meşruiyete ve dolayısıyla hukuka verilen önemden ileri gelmektedir.[1]

Bilimsel anlamda kalem oynatmaya çalışan biri olarak; alegoriler, semboller ve benzetmeler üzerinden anlatı kurmayı, soyut olanı somutlaştırarak anlatmayı tercih ederim. Türk Devrimi‘ni bir insanın doğuşu ve tekamülü olarak düşünürsek, Hukuk Devrimi‘ni ise, o insanın ayakta kalmasını ve büyümesini sağlayan iskelet sistemi, bu bağlamda Anayasayı ise omurga olarak tasvir edebiliriz. Zaten bu tasvir çoğu kişiye pek yabancı gelmeyecektir zira sosyal bilimlerde de yeri vardır. Platon’un, Farabi’nin temsil ettiği organizmacı devlet anlayışında da devlet, bir insana, organizmaya benzetilmektedir. Ancak burada benzetmeyi yapmaktaki maksat ise, Türk Devrimi içerisine Hukuk Devrimi’ne gereken önemin verilmesidir. Nasıl ki bir insanın organları ve tüm biyolojik yapısı için iskelet sistemi ne kadar zorunlu ve vazgeçilmez ise, Hukuk Devrimi de Türk Devrimi’nin olmazsa olmazıdır. Türk Devrimi’nin tüm radikalliği ve dönüştürücülüğü içinde toplumsal yaşama ve geleceğe en çok dokunan dalı kuşkusuz Hukuk Devrimi’dir. Hukuk Devrimi’nin gerçekleştirilmesinde de 1924 Anayasası[2] moral anlamda ve teorik olarak en temel dayanak noktası ve Hukuk Devrimi’nin en önemli unsuru olmuştur.

Hukuk Devrimi, yabancı kanunların uygun görülerek iktibas edilmesinden, yani bir yasama faaliyetinden ibaret değildir. Hatalı ve yaygın kanının aksine, Hukuk Devrimi, bir hukuk geleneği ve hukuk sistemini inşa etmektir. Bu da sadece yasalar kabul ederek değil, öncelikle insan unsurunu meydana getirerek yani bir hukuk nesli yetiştirerek, başka bir deyişle Cumhuriyet’in kendi hukukçularını yetiştirmesiyle mümkündür. 1925’te Ankara Hukuk Mektebi tam bu yüzden açılmıştır.

Bir hukuk geleneği ve hukuk sistemi oluşturmanın varlık koşullarından biri de bir Anayasal sistemin mevcudiyetidir. Zira Anayasa, yerel hukuk sistemlerinde normlar hiyerarşisinin en tepesinde yer alan normdur. Tüm diğer normlar geçerliliğini ondan alır. Başka bir deyişle bir hukuk sisteminin temelini Anayasa oluşturmaktadır. Bu yüzden Anayasa’yı, daha doğrusu konumuz bağlamında 1924 Anayasası’nı “Türk Hukuk Devrimi’nin omurgası” olarak nitelendirmek doğru bir benzetmedir.

Elbette burada söz edilen şey, sadece bir metin olarak Anayasa’nın lafzı değil, aslında ruhudur. Anayasa sadece bir metin değildir. Kaldı ki Anayasa bir metin halinde olmaya muhtaç da değildir. Anayasa’yı, daha geniş bir açıdan yaklaşarak, Anayasal sistemin kendisi olarak anlamak gerekmektedir. Örneğin, Anayasa’ya doğrudan aykırılıkların olduğu, Anayasa Mahkemesi kararlarının ne idare ne de diğer mahkemelerce uygulanmadığı bir ülkede Anayasal bir sistemin mevcudiyetinden söz edilemez. O halde, 1924 Anayasası’nı ve temsil ettiği değerleri anlamak, Türk Devrimi’nin inşa ettiği sistemi anlamak için bize yol gösterecektir.

Konuşmamın başlığını teşkil eden 1924 Anayasası, Cumhuriyet’in ilk anayasasıdır. Meclis Hükümeti’nin kabul ettiği 1921 Anayasası’nın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) önemi ve değeri de elbette yadsınamaz. Ancak 1921 Anayasası, 1876 Kanun-ı Esasi ile birlikte yürürlükte olan ve savaş yönetimi için pratik amaçlar ve kendine özgü nitelikler barındıran çerçeve ve geçici bir Anayasadır. Her ne kadar ilerici değerler taşısa da, Türk Devrimi’nin değerlerini taşımak için fazla yüzeysel ve fazla konjonktüreldir ve cumhuriyete aykırı olan birtakım değerleri de barındırmaktadır. Örneğin 1921 Anayasası’ndan farklı olarak 1924 Anayasası’nda kanunların doğrudan fıkha uygun olma zorunluluğu yoktur. [1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu)[3] madde 7]:

Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelâtı nâsa erfak ve ihtiyacatı zamana evfak ahkâmı Fıkhiye ve hukukiye ile âdap ve muamelât esas ittihaz kılınır. Heyeti Vekilenin vazife ve mesuliyeti kanunu mahsus ile tâyin edilir.”

1924 Anayasası ise, tam anlamıyla bir devrim Anayasasıdır ve laik bir hukuk sistemine geçişin en kurumsal adımıdır. Döneminin insan hakları anlayışına göre gayet ileri bir noktada olmasının ve parlamenter sisteme geçişte önemli bir adım olmasının yanı sıra, Türk Devrimi süresince bu anayasa üzerine yapılan; örneğin 1928’de “Devletin Dini İslamdır” ibaresinin kaldırılması, 1937’de Laiklik ilkesinin Anayasa’ya girmesi gibi değişiklikler laiklik ilkesinin hukuk sistemine temelden yerleşmesine önayak olmuştur.

Ayrıca bu Anayasa’ya dair dikkat çekilmesi gereken bir husus; Anayasa yapım sürecindeki müzakereler ve sert tartışmalardır. Cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olması, cumhurbaşkanının seçimleri yenileyebilmesi, yasalar üzerine güçleştirici veto yetkisi, başkomutanlık yetkilerinin cumhurbaşkanının şahsında bulunmasına ilişkin talepler meclis tarafından genel kurulda reddedilmiştir. Bunların tartışılma ve reddedilme üslubu ise oldukça şiddetlidir.[4] Bu durum, Anayasa’nın yapılış sürecinde ortaya konulan ruhu gözler önüne sermektedir ve tek partili sistem bile olsa, tanzim edilen metin bir “Anayasa” olduğu zaman “kalıptan dökme” bir zihniyet ile kabul edilmeyeceğini göstermektedir.

             Daha çok kişiye ulaşması adına tarafımca yazıya dökülmüş olan, 27.10.2023 tarihinde İstanbul Barosu’nda gerçekleştirdiğim konuşmanın ele alındığı bu içerikte 1924 Anayasası’nın Hukuk Devrimi’ndeki mühim yerini anlatmaya çalıştım. Tüm okurların geçmiş cumhuriyet bayramını kutlarım ve uçurumun  kenarındaki bu yıkık ülkeden cumhuriyet kuran, hukukçuların evi olan Baro’da 100. yılımızın şerefine bu yazıya temel oluşturan konuşmayı yapmamı anlamlı kılan Atatürk’e minnetimi sunmayı borç bilirim.

Yazı Hakkında

İstanbul Barosu’nun Cumhuriyet’in 100. yılı için düzenlemiş olduğu etkinlikte yazarlarımızdan Kerem Ali Vahap’ın yapmış olduğu konuşmanın yazıya dökülmüş ve kaynaklarla desteklenmiş halidir.

Söz konusu etkinlikte, yazarın katıldığı ve ikinci olduğu “Atatürk ve Laik Cumhuriyet Hukuku” konulu makale yarışmasının sonuçları açıklanmış ve ödül töreni de gerçekleştirilmiştir.

Etkinliğe dair görseller ve haberler için tıklayınız.

Haber


[1]: Max Weber’in otorite ve meşruiyet tipolojileri hakkında bkz.: https://turkinkilabi.com/turk-inkilabi-ekseninde-diktatorluk-ataturk-ve-kemalizm/#_ftnref5

[2]: Burada bir anekdot paylaşmak gerekmektedir. İstanbul Barosu’nda, Cumhuriyetin 100. yıl etkinliği için konuşma yaparken etkinlikte moderatör olarak görev yapan ve beni anons eden Av. Tamer ŞAHİN; söz konusu Anayasaya “Teşkilatı Esasiye Kanunu” denilmesi gerektiğini, fakültedeki dönemlerinde 1921 ve 1924 Anayasası tabirini kullananların en baştan “0 aldığını” belirtmişti. Buna karşın ben de, 1924 Anayasası üzerine yapılan 1945 Anayasa değişiklikleri ile “Anayasa” tabirinin dilimize kazandırıldığını ve o yüzden bu şekilde anmayı uygun gördüğümü cevaben belirtmiştim.

[3]:1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Osmanlıca ve Latin Alfabesi şeklinde karşılaştırılmalı tam hali için bkz: https://www.anayasa.gen.tr/1921-tek-orijinal.pdf

[4]: Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017, s. 291-293.

Ayrıca tartışmalar için bkz.: TBMM Zabıt Ceridesi, D. II. C. 7.