Atatürk ve Diktatörlük13 min read

Tarihçiler, gazeteciler veyahut siyasiler arasında yıllardır tartışılagelmiş bir konudur, göze hitap eden bir girizgah yerine direk konuya gireceğim. Tezleri açıklamaya başlamadan önce birçok insanın Mustafa Kemal Atatürk için kullandığı “diktatör” sıfatıyla ilgili bilgi verelim; zira çoğu insan yıllarca yafta olarak kullanılan bu kelimenin nereden geldiğini bilmemektedir.

“Diktatör” yani -Latince öz yazılışıyla- “dictator”, dictare kelimesine eklenen -or ekiyle türetilmiş bir sözcüktür. Tarihte ilk kez mevki olarak uygulama kaynağını Roma’da bulmuştur. Bu mevki Cumhuriyet dönemi Roma’sında ülkeyi yöneten bir consul (konsül)ün kritik bir durumda diğer konsüle azami 6 aylık üst düzey yetki vermesi sonucu nadiren görülmekte olan bir mevdkiydi.  Cumhuriyetin son döneminde Caesar’ın senatoyu ve rakiplerini dize getirerek tüm yetkileri diktatör sıfatıyla üzerine aldığını görürüz. Yetkinin ilk ve son gayrimeşru kullanılışı da bu olayla vuku bulmuş; o dönemden itibaren Roma’da diktatör mevkisi sadece unvan olarak yer edinmiştir. Zira yöneticinin mutlak surette meşru olarak ülkeyi yönetme yetkilerini üzerinde bulundurduğu İmparatorluk dönemi başlamıştır. Kelimemiz ise daha sonra Fransızcada “dictature” haliyle kullanılmış ve anlamı da değişmiştir.

Önceden cumhuriyet için dahi meşru görülen bu olağanüstü yetki, siyaset biliminin gelişimiyle oldukça karmaşık bir söylem halini alarak farklı anlamlar bulmuş; Fransız İhtilali’nden sonra sözlüklerde ise “Zorba bir parti veya kişinin iktidarı antidemokratik yöntemlerle gasp etmesi, ülkeyle ilgili tüm kararları vermesi.” olarak geçmiştir. Bu anlamı Eski Yunan’da “tiran” kelimesine daha yakındır. Günümüzde de yaygın olarak bu anlamıyla kullanılmaktadır.

  Şimdi gelelim konumuza, Atatürk bir diktatör müydü?

Siyasetteki ve tarihçilikteki en yaygın söyleme göre,  diktatör olacak kişinin iktidarı zorla gasp etmiş olması gerekir. Atatürk, mevcut bulunmuş yetkilerinin neredeyse tümünü oylama ile elde etmiş, yetkilerini kullanırken de her adımında meclisin onayını almıştır. Celal Şengör’ün Dahi Diktatör isimli kitabında Atatürk’e iyi niyetle de olsa bu yaftayı yakıştırırken kullandığı tek elle tutulur argüman, almak istediği bazı kararlar için meclisi üstü kapalı tehdit etmiş olmasıdır. Bu argüman, diktatör sıfatını yüklemek için yetersizdir. Çünkü burada Celal Şengör ya diktatörün tam anlamını bilmemekte; ya da Atatürk’ün bazı antidemokratik eylemlerini bir kalıp içine koymaya çalışmaktadır.

Türk siyasetçilerinin ve medyacılarının en yaygın biçimde kullandığı -söz konusu- diktatör söylemine göre, bu olgunun siyaset bilimine göre geçerli bir sıfat olarak kullanılabilmesi, uygulamadaki yönetimin diktatörlük sayılması için aşağıdaki bilimsel özelliklerin tümünü taşıyor olması gerekmektedir:

-Devletin başına mevcut hukuka göre değil, zorla geçilmesi.
Cevap: Meclis başkanlığında olduğu gibi başkomutanlığı dahi oy çokluğuyla elde etmiş; hatta başkomutanlık kanunu oy birliği ile (184 oy) çıkarılmış ve yetki, geçici olarak kendisine verilmiştir.

-Devletin başındakinin sınırsız iktidara sahip olması.
Cevap: Aldığı kararları meclise onaylatma gerekliliği hissetmiştir. Eylemlerini millet adına yapmış, iktidarın meşruiyetini millet iradesinden almış; usulüne göre kullanmıştır. Taleplerini kabul ettiremediği zamanlar da olmuştur.

-Devletin başındaki kişinin yerine, zamanı geldiğinde; kimin, nasıl geçeceği konusunda yerleşmiş herhangi bir kuralın bulunmaması.
Cevap: Bu belirsizliğe, cumhuriyeti kurmak ve 1924 Anayasası vasıtasıyla seçim usullerini netliğe kavuşturarak çözüm bulmuştur. (Rejimin gereği “çok partili hayat” konusuna yazının devamında değineceğim.)

Tarihe adını kazımış diktatörler ise, aldıkları kararın ardından meclis onayına ihtiyaç duymaz, muhalefeti tanımaz, kararlarının tanınmaması üzerine sonuç ölüm veya hapis olur, genel olarak zorba-katı bir yönetim anlayışı izler ve tüm bu yaptıklarıyla demokrasiyi  fikren ve fiilen yıkıcı işlevde bulunurlar. Atatürk ise söylemin kabul ettiği yukarıdaki bilimsel diktatörlük ölçütlerine uymamakla birlikte; en başından monarşi ile yönetilen bir geleneksel Orta Çağ devletinin küllerinden demokrasi ile yönetilen medeni bir ulus devleti kurmuştur. Bu bakımdan öncelikle demokrasiyi yıkıcı değil; kurucu bir işlev edinmiştir.

Diktatör değilse neydi? Antidemokratik hamleleri olmadı mı?

Otoriter, irade kudretini karakterinde taşıyan bir liderdir. Bu özellikleri ve bazı eylemlerinin antidemokratik olması onu diktatör yapmamaktadır. Zira ona diktatör diyenler bir gerçeği göz ardı etmekte ve sadece eylemi baz alan dar bir bakış açısını esas almaktadır. Antidemokratik eylemlerini meşru kılan gerçek: Atatürk yaşadığı dönem itibariyle bir dizi devrim gerçekleştirmiş olmasıdır. Devrim şartları bu tür eylemler için zaten müsaittir. Özellikle de mutlakiyete uyumlu geleneksel doğu toplumları için müsait olmak zorundadır. Bir de yakın dönemdeki gerçek diktatörler esas alındığında (Hitler, Mussolini, Stalin, Franco, Pevlevi) bu sıfatı yakıştırmak onun demokrasi anlayışına ve kurucu yönüne hakaret etmekten farksızdır. Üstelik örnek verdiğim diktatörlerle karakteristik-uygulama yönünden farkları da barizdir.

Asli demokrasi unsuru: Çok partili hayata geçiş denemeleri

Çok partili hayata geçiş için birisi dolaylı, diğeri doğrudan olmak üzere iki hamlesi mevcuttur. Eğer demokrat gayeleri gütmeseydi muhaliflerinin kurmuş olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrasının kuruluşuna onay vermeyebilirdi. Veyahut Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu teşvik etmeyebilirdi. Ek olarak mecliste veya kamuoyunda kendisine, bir karar önergesine veya herhangi bir kararına karşı çıkan kişiler de olmuştur.

Bu konuda ayrı olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan ve Kazım Karabekir’den bahsetmek gerekir. Karabekir, Kurtuluş Mücadelesinin ardından Atatürk’ün en sert ve güçlü muhalifi halini aldı. Şiddetli fikir ayrılıklarının sonucunda ilk muhalefet partisi onun önderliğinde kurulmuştu. Ancak partisinin ömrü kısa sürdü. 1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanında bazı TCF üyelerinin kabahatli olması, ceza almaları ve buna ek olarak Karakol Cemiyeti’nin kurucusu olarak tanıdığımız koyu İttihatçı, TCF’li Kara Vasıf Bey’in “Mustafa Kemal Paşa’yı istiyorsanız Halk Fırkasına gidiniz. Halife’yi istiyorsanız bizim Fırkamıza geliniz.” şeklinde  açıklamaları partinin olağanüstü Takrir-i Sükun kanununa dayanarak kapatılmasına yol açtı. Bu olayın ardından 1926 tarihinde İzmir Suikasti girişimi yaşandı. Tutuklananlar arasında Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa olsa da neticede suçsuz bulunarak serbest bırakıldılar. Aradan geçen 7 yılın ardından Atatürk-Karabekir arasındaki kamuoyunun önündeki ilk tartışma 1933 yılında Milliyet gazetesinde gerçekleşti. Tartışma, Karabekir ile belirsiz bir kişinin gazetede mektuplar ve belgeler yayınlamalarıyla başlamıştı. Atatürk  7. mektubun ardından sessizliğini bozmuş; Karabekir’e 9 sayfa tutan yanıtlar vermiştir. Bu sürecin ardından Kazım Karabekir’in Nutuk’a karşılık olarak yazdığı “İstiklal Harbimizin Esasları” isimli kitabını toplatmıştır. Bu antidemokrat bir eylem olarak kabul edilebilir; ancak son radde olduğu dikkate alınmalıdır.  Görüldüğü üzere Atatürk bu en güçlü ve en kitleli muhalifine ve partisine karşı devrim zamanında bile son ana kadar imha edici bir yaklaşımda bulunmamış, siyasi anlamda karşısına geçmelerine müsaade etmiştir.

Serbest Cumhuriyet Fırkası, tamamen Atatürk’ün Fethi Okyar’ı teşviki sonucunda kurulmuş bir diğer partidir. Partinin kuruluşunda 1929 yılındaki Dünya Ekonomik krizinin büyük bir payı vardır. Krizle birlikte ekonominin kötüleşmesi ve halkın mevcut vaziyet karşısında tepki göstermesi, CHP’nin denetleme ve baskı hissetmemesi, demokrat ve gerekli bir siyasi manevra ihtiyacını doğurmuştu. Nitekim parti kuruldu. Ancak parti her ne kadar liberal, laik ve milliyetçi görünümle ortaya çıksa da halk tarafından farklı şekilde (halifeliği geri getirecek parti) algılandı. 7 Eylül’deki İzmir mitinginde halkın galeyana gelişi, Cumhuriyet Halk Fırkasının binalarına saldırmaları, oluşan kaos ve yapılan usulsüz  grevler, ülkenin henüz bir muhalefet partisi için hazır olmadığını gösterir nitelikteydi. Bu karışık süreç içinde Atatürk, partinin yürürlükte kalması için elinden geleni yapmıştı. İzmir mitinginden önceki karışıklıklara ve güvenlik problemine binaen Okyar’a çektiği telgrafta: “Anlıyorum ki sana nutkunu söyletmek istemiyorlar. Fakat sen mutlaka nutku söyleyeceksin ve tesadüf edeceğin herhangi bir engeli bana bildireceksin. Asayişin temini için Başvekil, Dahiliye Vekili ve İzmir valisi lazım olan tedbirleri almakla mükelleftirler.” ifadelerini kullanmıştı. Ancak olaylar engellenemedi ve parti  100. gününü dahi dolduramadan kapandı. İki muhalefet kurma girişiminin de olumuz sonuçlanması sonucu Atatürk’ün olası çıkarımlarını tahmin etmek güç olmasa gerek.  İki başarısız denemenin ardından 1930’da Abdülkadir Kema Bey’in kurduğu ve onaylanan “Ahali Cumhuriyet Fırkası” herhangi bir faaliyet ve başarı gösteremeden 3 ay sonra kapatıldı. Arif Oruç’un 1931’de kurmak istediği “Laik Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Partisi”ne hükümet kurulma izni vermedi. Son olarak ise 1937’de Mimar Kazım Tahsin Bey “Türkiye Cumhuriyet Amele ve İşçi Partisi”ni kurmaya çalışmış; hükümet tarafından “komünist eğilimli” olarak nitelendirilerek kurulmasına izin verilmemiştir. Atatürk’ün ölümüne kadar sarf edilen son parti kurma çabası da budur.

Atatürk’ün irade kudreti ve otoritesi

Atatürk’ün, saltanat ile hilafetin ayrılma sürecinde (saltanatın kaldırılması demek oluyor), alfabe değişikliği gündem olduğunda çıkan tartışmalar ve gösterilen tepkilere verdiği yanıtlardan; önce devrim şartlarından ötürü tüm bunlara müsaade etmeme, karşı çıkan herkesi tasfiye etme, kendi kararlarını uygulama olanağının bulunduğu unutulmamalıdır.  İsteseydi  ikna ederek ve tartışarak çözüme kavuşturduğu konularda irade kudretinden yararlanarak tartışmaya gerek olmadan zoraki bir kabul ettirme -tam anlamıyla azmettirme- yoluna gidebilirdi. Ancak kendisi devrim sürecinde dahi demokrasinin temellerini korumaya yönelik hareket etmiştir.

1923’te kurulan ikinci TBMM’ye kadar elinde bir güç olmadığı, dolayısıyla sırtını dayamak zorunda kaldığı ve meclisle ters düştüğü zaman geri adım atması durumu da sıklıkla kullanılan argümanlardan biridir. Bu argümanı öne süren herhangi bir kişi, anlatacağım olaydan bihaberdir; ya da bu olayın argümanı tek başına yıktığını göz ardı etmektedir.

1 Kasım 1922, birinci mecliste hilafetin saltanattan ayrılıp ayrılmayacağı ile ilgili bir tartışma söz konusu. Tartışma oldukça içinden çıkılamaz bir hal alır ve Mustafa Kemal, en sonunda irade kudretini tescilleyecek şu açıklamayı yapar:

” Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına, vazıülyed olmuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatı, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir.Mevzuubahis olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız? meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir.Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi taktirde, hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Bu konuşmada üstünde durulması gereken ilk durum, konuşmanın T.C tarihinin en çetin muhaliflerinin bulunduğu 1. mecliste yapılmış olmasıdır. İkinci durum ise saltanat rejiminin demokrasiye aykırı olduğunu, Türk ulusunun devlet hakimiyetine bilfiil el koyduğunu belirtmesidir. Atatürk bunun “emrivaki” olduğunu söyleyerek ulusal egemenliğin kaçınılmaz olduğunu, demokrasiye gidilen yolda (devrim sürecinde) antidemokratik hamlelerin de mübah-meşru olduğunu dolaylı olarak zaten belirtmektedir. Aslına bakarsanız Atatürk, diktatör olmadığını bundan 95 sene önce savunmuştur. Atatürk’ün burada takınmak zorunda olduğu antidemokratik tavır, Platon paradoksunun ters biçimini andırır. Platon paradoksu: “Halkın kendisini bir tiranın yönetmesini istemesi durumunda bunu kabul etmenin mi; kabul etmemenin mi daha demokratik bir eylem olacağı” konusundaki çıkmazı ifade eder. Bunun tersi ise “demokrasiye giden ve hakim kılan yolda antidemokrat hamleler yapılıp yapılamayacağı” olarak yorumlanabilir. Paradoksu tersine çevirdiğimizde kısa bir düşünme eyleminin akabinde kilit açılmakta, mantığa daha da yatkın bir çözüm ortaya çıkmakta ve Platon’un demokrasiye yönelttiği eleştiriyi de arkasına alarak antidemokrat hamleleri meşru kılmaktadır.

(Platon’un demokrasiye yönelttiği eleştiri, “egemenliğin donanımı/bilgisi yetersiz kitlelerin elinde olma ihtimali ve bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda demokratik rejimin sağlıklı sonuç vermemesi” durumudur.) Böylece Atatürk’ün antidemokratik faaliyetlerinin meşru kılınmasının yanı sıra eğitime verdiği önemin sebebi hakkında da çıkarım yapabiliyoruz.

-Kerem Ali Vahap

Kaynakça

-Kasım, Naci (1928), Gazi’nin Hayatı (İstanbul: Maarif Kitaphanesi)

-Şengör, Celal (2015), Dahi Diktatör (İstanbul: Ka Kitap)

– Taşkın, Ali (2011), Platon’un Demokrasi Paradoksu, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi , 16 , 62-73.

– Tahiroğlu, Bülent ve Erdoğmuş, Belgin, (2016), Roma Hukuku Dersleri (İstanbul: Yılmaz Yayıncılık)

–  <https://www.etimolojiturkce.com/kelime/diktator>

–  <http://www.nisanyansozluk.com/?k=diktatör>

–  <http://www.etymonline.com/word/dictator>

– <https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c014/ehttbmm01014103.pdf>

(1 Kasım 1922 meclis tutanağı)

–  Tunçay, Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde., s. 273-275;

– Tunaya,  T.Z, Siyasi Partiler, s. 636-637.

– Okyar, Osman ve Seyitdanlıoğlu, Mehmet, (1997), Fethi Okyar’ın Anıları (İş Bankası Kültür Y.)

– < http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/inkilaplari/siyasi/takrir.htm>

-< http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-28/izmir-suikasti-2>

– Mumcu, Uğur (1990), Kazım Karabekir Anlatıyor (UM:AG Araştımacı Gazetecilik Vakfı)

– Haspolat, M. Emin (2003), Diktatörlük ve Atatürk, Amme İdaresi Dergisi, 36, 83-119

– Yaman, A. Emin Yaman (1992), Başkomutanlık Kanunu, Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, 9, 85-110

Son güncelleme: 21.11.2017
(*) “Diktatör” olgusu,  bir söylem olduğu belirtilerek ele alınacak şekilde düzenlenmiştir.
(*) Kaynaklar arasına Prof. Dr. M. Emin Haspolat’ın makalesi eklenmiş; yazı, makalenin içeriği ile desteklenmiştir.
(*) Kaynaklar arasına Yrd. Doç. Dr. A. Emin Yaman’ın makalesi eklenmiş; yazı, makalenin içeriği ile desteklenmiştir.