Seyyid Bey’in Halifeliğin Kaldırılmasıyla İlgili Konuşması: Hilafetin Mahiyet-i Şeriyyesi87 min read

Sunuş: Cumhuriyet’in henüz ilk aylarında Adliye Vekilliği (Adalet Bakanlığı) yapmakta olan Mehmed Seyyid Bey, Halifeliğin kaldırılmasına ilişkin teklifin Meclis’te görüşüldüğü 3 Mart 1924 tarihli oturumda Hilafet’i tarihsel ve dinsel yönleriyle derinlemesine tartışmış ve çok beğenilen konuşması sıkça tebriklerle, alkışlarla kesilmiştir. Cumhuriyetimizin 100.yılını geride bıraktığımız şu günlerde Atatürk’ün deyimiyle “mazinin bir rüyası” olan Halifelik, tartışmalara konu. Bu gündemde, TurkInkilabi.com olarak Tarihe Geçen Konuşmalar serimizde bu tarihi konuşmayı da yayına hazırlayıp paylaşmaktan mutluluk duyuyor, tartışmalara katkı sağlayacağını umuyoruz. Bazı kelimelerin yanında eğik ve parantez içinde yazılı kelimeler, anlaşılırlığı sağlamak adına tarafımızca eklenmiştir.

Hilafetin Mahiyet-i Şeriyyesi

Muhterem Efendiler,

Müsaade buyurursanız bendeniz de bu hilâfet meselesi hakkında biraz izahat vereyim. Mesele pek mühim olduğundan ve hatta tarihimizde vee belki de bilumum hâdisat-ı içtimaiye (toplumsal olaylar) arasında en büyük bir inkılâp demek olduğundan bu bapta ne kadar söz söylense yine azdır. Onun için sabrınızı suistimal edersem beni mazur görünüz. Benden evvelki hatipler, bu baptaki kanaatlerini beyan ettiler. Pek güzel ve pek samimî söylediler. Bendeniz de bu meseleye dair uzun senelerden beri icra ettiğim tetebbuat (araştırmalarım) neticesinde hâsıl olan kanaatimi beyan etmek isterim. Nitekim geçen sene hilâfet hakkında “Hilafet ve Hâkimiyet-i Milliye” unvanı ile bir de kitap neşretmiştim.

Dediğim gibi tarih-i İslâm’da azîm (azimli, büyük) bir inkılâp yapıyoruz. Diyebilirim ki, bundan daha büyük inkılâp olamaz. Bu inkılâbın azametindendir ki, zihinler bununla pek meşguldür. Kalpler endişe ve tereddüt içindedir. Onun için cümlemizin vicdan ve izanı arzu ediyor, ki mesele tamamıyla tavazzuh etsin (aydınlansın). Yâr-ü ağyar (bize yakın-uzak olan herkes) ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilsin. Şuurlu bir surette mi yoksa şuursuz bir halde mi yapıyoruz, anlasın. Meclis-i Âli, hilâfet meselesini maliyet-i şeriye ve siyasetin bilerek mi ittihaz-ı karar ediyor, yoksa bilmeyerek mi; bu cihetler tamamıyla tavazzuh etsin. Çünkü tekrar ediyorum, mesele hakikaten gayet mühimdi.

Âlemi İslâm’da daha şimdiye kadar böyle bir inkılâp vâki olmamıştır. Değil âlem-i İslâm’da, belki küre-i arzda (dünyada) vâki olan inkılâbatın (inkılapların) en büyüğü, en mühimidir. Bunun için izanda, efkârda şüpheler, tereddütler bulunmamak lâzım gelir. Meseleyi bilerek halletmek icap eder. Gerek dinî ciheti (yönü) ve gerek siyasi ciheti etrafıyla bizim bilmemiz lâzım gelir. Bu cihetleri bilirsek ne yapmak istediğimizi, ne yapacağımızı bilmiş oluruz. Benim asıl maksadım meselenin dinî cihetini, İslâmiyet’in hilâfet meselesi hakkındaki tarz-ı telâkkisini izhar etmektir. Siyasi cihetini beyan, maksadımdan hariçtir (konuşma amacımın kapsamı dışındadır). Ben ona karışmam! O ciheti Meclis-i Âli halleder.

Evvelemirde (İlk önce) şu ciheti arz edeyim ki, hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade dünyevi bir meseledir ve itikat meselelerinden değil, millete ait hukuk ve mesalih-i âmme (kamu işleri) cümlesindendir. İtikada taalluku yoktur. Vakıa itikadiyata dair teklif olunan asar-ı İslâmiye’de (İslami eserlerde) dahi bu meseleden uzun uzadıya bahsolunuyor. Fakat bu, hilâfet meselesinin akaîd-i İslâmiye’den (İslam inancından) madut olduğu (sayıldığı) için değil, belki bu mesele etrafında sonradan hâsıl olan birtakım hurafat (hurafeleri) ve efkâr-ı batılayı (batıl fikirleri) iptal içindir. Bu noktayı ulema-yı İslâm kitaplarında sarahaten beyan ederler.

Bilirsiniz ki, asıl saadetten sonra âlem-i İslâm’da muhtelif fırkalar ve itikat mezhepleri zuhur etmiştir. Onlardan biri de Şii fırkasıdır. Şii fırkası bilâhare muhtelif kollara, şubelere ayrılmıştır. Bunların bir kısmına “İsmailiye Fırkası” denir ve aynı zamanda bu fırkaya “Batıniye” ve “Talimiye” ve “Sebiye” namları dahi verilir. Bunlar kendi halifelerine imam namı verirler ve kendi imamlarını üluhiyetine kail olurlar. İmam ulûm (ilimleri) ve maarifi doğrudan doğruya Allah’tan alır derler. İmamdan sonra “Hüccet” denilen zat ge lir. Ondan sonra “Bab”, ondan sonra da “Mümin” gelir. Allah imama, imam da hüccete, hüccet baba, bab da mümine talim eder derler. Onun için bunlara “Talimiye Fırkası” namı verilir. Bunlarca Kur’an-ı Kerim’in hem zahir, hem de batın mânası vardır. Maksut olan mâna-yı batınıyesidir dedikleri için bunlara “Batıniye” dahi denilir. Bunların itikatları serap-ı hurafattan ibarettir. Haddi zatında hunlar dinsizdirler. En cerbezeli (aldatıcı) ve cin fikirli reisleri meşhur Hasan Sabbah’tır. Bu adam Şark Selçukilerinden Alpaslan zamanında “Kuvin” cihetlerlinde yüksek bir dağ başında “Alamut” kalesinde tahassun etmiş idi (sığınmıştı.). Alpaslan bununla çok uğraşmıştı. Elyevm Anadolu dağlarında tahtacılıkla, odunculukla iştigal eden bir kısım eşhas ve Batıniye Fırkası’nın bakayasıdırlar. Fakat bunlar artık kendi mezheplerini unutmuşlardır.

İran’da elyevm (bugün) sakin bulunan “İmamiye Fırkası” da “Mehdi”‘nin vücuduna kaildirler (inanmaktadırlar). Bunlara göre Mehddi berhayattır (canlıdır). Münasip bir zamanda zuhur edecek, bütün dünyayı adil ve hak ile dolduracaktır. İşte bunlar ve bu gibi fırkalar bu hilâfet meselesi hakkında türlü türlü hurafata kail olmuşlardır. Onun için ehlisünnet uleması kendi itikat kitaplarından da “imamet” unvanı altında hilâfet meselesini mevz-u bahsetmişlerdir. Maksatları bu mesele etrafında dönen hurafatı ret ve iptal etmektir. Yoksa hilâfet meselesini bir itikat meselesi olmak üzere beyan etmek değildir.

Nitekim ehlisünnet uleması, demin dediğim gabi bu ciheti sarahaten beyan ederler, öyle değil mi efendiler? (Öyledir, doğrudur sadaları) Bu cihetler bu suretle bilindikten sonra şimdi de Hilâfet meselesinin asıl mahiyet-i şer’iyesini izah edeyim.

Her şeyden evvel şu noktayı arz edeyim ki; Hilâfet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir. Zamanın icabına tabidir. Onun içindir ki, Risaletpenah (Peygamber) Efendimiz irtihal-i nebevilerinde ashab-ı kiram hazeratına bu Hilâfet meselesini izah etmemişlerdir. Şiddetli bir hararet içinde irtihal etmişlerdi. Bir aralık “Bana kalem, kâğıt getiriniz, size bazı vesayada bulunmak isterim.” demişlerdi. Bazı ashap derhal kalem kâğıt getirmek istedilerse de Hazreti Ömer mâni oldu, “Şiddetli hararetten sayıklıyor.” dedi. Bize kitabullah kâfidir, demişti. Bunun üzerine biraz gürültü oldu. Hazreti Peygamber, “Gürültü etmeyin, dışarı çıkın, beni yalnız bırakın.” buyurdular. Ondan sonra şıkkı şife etmediler. Zannedersem o gün veya ertesi günü vefat ettiler.

Muhterem efendiler, asıl kanun-u din olan Kur’an-ı Kerim’e müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim şekl-i Hilâfet hakkında yani İslâm Hilâfeti hakkında hiçbir âyet-i kerime yoktur. Kuran-ı Kerim emr-i hükümette yani idare-i memleket hususunda bize iki düstur gösteriyor: Biri; bugün âlem-i medeniyette cari olan kaide-i meşverettir ki, bunu Kur’an bize bin üç yüz sene evvel vaz etmiştir. O da “ve emrühüm şûra beynehüm” düsturudur. Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür, demektir. Gerçi bu ayet-i celile (yüce ayet) Medine ahalisi hakkında nazil olmuştur. Medineliler kendi umur-u müşterekelerini, memleketlerine ait olan işleri kendi aralarında meşveretle rü’yet ederlermiş (bakarlarmış). Hazreti Kur’an anıların bu halini tahsin ediyor. Demek ki idare-i memleket hususunda usul-ü meşveret takdir-i ilâhiyeye mazhar olan müstahsin (beğenilen) bir usuldür. Bir kaide-i usuliye vardır. Husus-u sebep umumi lâfza mâni değildir. Tâbir-i diğerle, itibar-ı lâfzın umum ve şümulünedir. Sebeb-i nüzulün hususiyetine değildir, deniyor. Bu itibarla zikrolunan âyet-i celile doğrudan doğruya ehli İslâm’ın idare-i memlekette ittihaz etmeleri lâzım gelen hattı hareketlerini gösteriyor denilebilir, Şüphe yoktur ki, sitayiş ilâhîye (ilahi övgüye) mazhar olan bir hatt-ı hareket İslâm için lâzimürriaye bir harekettir. Hülâsa: Meşveretle iş görmek takdir-i ilâhiye mazhar olan bir keyfiyettir. Nasıl ki bütün âlem-i medeniyette bugün bu usul-ü meşvereti kabul etmiştir, biz de ona tevfikan ittihaz-ı mukarrerat ediyoruz. Efradın hukukunu memleketin selâmetini en ziyade kâfil olan usul-ü idare de budur.

Kuranda zikrolunan ikinci düstur da ülülemre (idarecilere) itaat düsturudur. Kur’an-ı Kerim’de; “Etiullahe ve etiulresul ve’ ülülemrü minküm” âyet-i celilesi vardır. Mana-yı münifi, Allaha ve Peygamber’e ve sizin içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz, demektir. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ref’ ve def’i etmek içindir. Zapturapt memleketi temin etmek içindir ki, o emr-ü hükümete itiatın dinen vacip olduğunu beyan ediyor. Bu ayet efrada salâhiyettar olan ricalin o emrine itaat hususunda bir vazife-yi diniye tahmil ediyor. İşte idare-i memleket hususunda Kur’an-ı Kerim’de bu iki ayetten başka bir ayet yoktur. Vakıa emanatı yani memuriyetleri, vazaif-i hükümetleri ehline tevdi etmek hak ve adle riayet eylemek gibi hususata mütaallik (ilişkin olan) âyat-ı Kuraniye (Kur’an’ın âyetleri) vardır. Lâkin bunlar doğrudan doğruya usulü idareye mütaallik değildir, ikinci derecededir.

Kur’an-ı Kerim’de “halife” ve “imam” tabirleri vardır. Fakat bunlar Hazreti Peygamber hakkında veyahut sonra gelecek olan halifeler hakkında vârit olmamıştır. Enbiya-yı sâlife (Geçmişteki peygamberler) hakkında vârit olmuştur. Bir âyet-i celilede «Ya Davud inna cealnake halifeten filardı fahküm beynennâsi bilhakkı” buyurmuştur. Manası “Ya Davud biz seni yeryüzünde Halife yaptık, binaenaleyh insanlar arasında hak ve âdil ile hükmet” demektir. İlm-ü usul-ü fıkha ve edebiyat-ı Arabiyeye âşinâ olanlar bilirler ki, bu âyet-i celilede hakka mukarrin (yakın) hüküm yani adalet, fâi takibiye ve tefriiye ile hilâfete terdif olunuyor. Yani “Seni Halife yaptık, o halde, öyle ise hak ile hükmet.” deniyor, işte bundan anlaşılır ki hilâfetten maksat tevzi-i adalet kaziyesidir. İhkak-ı hak ve iptal-i bâtıl kaziyesidir. Hukuk-u nâsı sıyanettir. İşte halifenin vazifesi bu maksat ve gayeyi istihsale çalışmaktır ki, hükümet vazifesidir.

Kur’an-ı Kerim’de, İbrahim Aleyhisselam hakkında da “İmam” tabirini kullanıyor. Kur’an, bir âyet-i celilede Cenab-ı Hak ile Hazreti İbrahim arasında geçen bir mükâleme-i mâneviyeyi (anlamlı diyalog) hikaye ediyor. Cenab-ı Hak Hazreti İbrahim’e hitaben diyor ki, “İnna cailüke linnase imamen” yani “Ben seni nâsa imam yapıyorum” yahut “yapa cağım” buyuruyor. Hazreti İbrahim de “Kale ve men zürriyetî” yani “Ya Rabbi zürriyetimden de yap” diye niyaz ediyor. Bunun üzerine “Kale lâyenalü abdüzzalimîn” hitap izzet-i varit oluyor. Yani Cenab-ı Hak Hazreti İbrahim’e cevaben “Benim ahd-i imametim zalimlere vasıl olmaz.” buyuruyor. İşte bu âyet-i celileden pek vazıh olarak anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak nazarında öyle zulüm ve itisaftan (doğru yoldan sapma) ibaret olan mülk ve saltanat asla meşru değildir. Şimdi bu iki kelimenin yani halife ve imam tabirlerinin manalarını izah edeyim. Hilâfet, lügatta halef olmak demektir. Halife de halef demektir. Şu halde Hazreti Davud Aleyhisselâm halifedir. Yani haleftir. Kimin halefidir? Allah’ın halefidir. Nerede halifedir? İcra-yı adalette, ihkak-ı hak ve iptal-i bâtılda demektir. İmam tabirine gelince, imam pişva (önder) ve müktedabih (yol gösteren, kendisine uyulan) demektir, önde giden demektir. Bunun içindir ki mahalle imamlarına da, cami imamlarına da imam denir. Halifeye de İmam-ül Müslümin denir. Hatta bir meslek-i ilmîde pişva olan en büyük âlimlere de imam deniyor. İmam-ı Âzam, İmam-ı Şafiî gibi büyük âlimlere imam denmesi bundandır. Bu kelimelerde mâna-yı kutsiye (kutsal bir anlam) yoktur.

YAHYA GALİB B. (Kırşehir) — Şu azamete bak, hay Allah senden razı olsun.

HALİL HULKİ Ef. (Siird) — Ehadisi şerifeye de geçiniz.

SEYİD B. (Devamla) — Müsaade buyurunuz eğer daha kısa kesmekliğimi isterseniz ihtisar edeyim. (Hayır, hayır sesleri) Bendeniz beş on günden beri konuştuğum rüfeka-yı kiramdan aldığım hissiyata göre zihinlerde bazı şüpheler vardır. Onları da elimden geldiği kadar halletmek, izale etmek (gidermek) isterim. Araya laf karışırsa kelamın insicamına, silsile-i muhakematına halel geliyor. (Devam, devam sesleri)

Halife tabiriyle imam kelimesi arasında umum ve husus-u mutlak vardır. Halife ahas, imam eam. Yani her halife imamdır. Fakat her imam halife değildir. Halifelere imam dendiği gibi hakiki halife olmayan padişahlara da imam denir. Onun için bu iki kelime arasındaki farka dikkat etmelidir. Yine onun içindir ki, Kütüb-ü İslâmiye’de bu bahis «İmamet» unvanı altında yazılmıştır.

Bir de “imaret”ten “emîrülmü’minin” tâbirinden bahsedildi. Fakat bu tâbirin bu bahse taallûku ve pek o kadar değeri yoktur. Emîr, âmir demektir. Sıfat-ı müşebbihtir. Her hükümdara emîr ıtlak olunur. Meselâ Afgan Emîri deriz. İşte Kur’an-ı Kerim’de Hilâfet, imamet veya halife ve imam tâbirleri hakkındaki ayetler bunlar dan ibarettir. Ve bir de Kuran alelıtlak insanlar hakkında da “istihlâf” tâbirini kullanıyor. Âmir adalette istihlaf demektir. Kur’an’da bunlardan başka ayet yoktur. Burada ulema-yı kiram hazeratı var. Başka ayet var mıdır efendiler hazeratı?

HALİL HULKİ Ef. (Siird) — Hayır.

ZİYAEDDİN Ef. (Erzurum) — Hadis-i şerifler vardır. İcma-ı ümmet vardır.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Evet onlardan da bahsedeceğim. Malûmdur ki, İslâmiyet’te Kur’an metn-i şeriattır. Hâdiselerde şerh-i şeriat demektir. Fakat hadisten maksat sahih olan hadistir. Çünkü bugün kitaplarda mevcut olan, lisanlarda devam eden hadislerin bir kısmı yalandır. Mevzudur. Sonradan uydurulmuştu. Bir kısmı da zayıftır. Böyle mühim meselelerde kıymet-i ilmiyesi yoktur. İhtiyaca salih değildir. Onun için hadis deyip geçmek doğru olamaz. Onu tetkik etmek hadislerin hangi kısmında dâhil olduğunu anlamak vaciptir.

Evvelce de söylemiştim. Hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade dünyevi ve siyasi bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin kendi işidir. Onun içindir ki nusus-u şeriyede (şeri hükümlerde, naslarda) bu mesele hakkında tafsilât yoktur. “Halife nasıl tâyin ve nasbolunur? Hilâfetin şeraiti nedir? Her halükarda ve her zamanda bir halife nasp ve tâyin etmek millet üzerine vacip midir?” gibi meseleler hakkında ne Kur’an-ı Kerim’de, ne de hadis-i nebeviyede bir sarahat (açıklık) yoktur. Efendiler, nazar-ı dikkatinizi celp ederim; tırnak kesmek sakal bırakmak gibi en fer’i adap ve adâta, umr-u saniyeye müteallik meseleler hakkında birçok hadis-i şerifler varit olduğu halde halifenin nasıl nasp ve tayin edileceği, hilâfetin şartlarının neden ibaret olduğu ve her zamanda halife nasp ve tâyin etmek vacip olup olmadığı hakkında sarih ve kati hiçbir hadis yoktur. Bunun hikmeti nedir? Adap ve adâta dair birçok hadisler varit olsun da niçin Hilâfet meseleleri hakkında sarih bir hadis-i şerif vârit olmasın? Bu nazar-ı dikkati calip değil midir? Bunun sebebi şudur ki, Hilâfet öyle zannolunduğu gibi mesail-i asliye-i diniyeden değildir. Siyasi bir meseledir. Zamana, örf ve âdâta (adetlere) göre değişir. îcabatı zamana tâbidir. Onun içindir ki Riyasetpenah Efendimiz demin söylediğim hilâfet meseleleri hakkında ihtiyari sükût buyurmuşlardır.

Vakıa Hilâfet hakkında hiç de hadis-i şerif yok değildir, vardır. Fakat bu bapta vârit olan hadis-i şerifler “İmamlar Kureyş’ten olur, bir zamanda iki halifeye biat olundukta, diğerini yani ikincisini kim olursa olsun öldürünüz.” gibi iki üç hadisten ibarettir. Bunlar ise halifenin suret-i nasb ve tâyinine ve şeriat-ı hilâfete dair olan meseleleri halletmeye kâfi değildir.

Velhâsıl Resul-ü Ekrem Efendimiz Hazretleri emr-ü hilâfeti tamamen ümmetine terk etmiştir. Hiyni irtihallermde kendilerine bir halife nasb ve tayin etmedikleri gibi bu hususta hiçbir tavsiyede dahi bulunmamıştır. Gerçi Şiiler Hazreti İmam-ı Ali hakkında, bazı ehli sünnet de Hazreti Ebubekir hakkında nass-ı şerinin vücudunu iddia ediyorlar. Lâkin cumhuru ehl-i sünnete göre bu iddialar doğru değildir. Ashaptan hiçbiri hakkında kâfi derecede ne celî, ne de hafi hiçbir nas vârit olmamıştır.

Eğer vâritolsa idi Ashab-ı Kiram hazeratı kimin halife nasb ve tayin edileceği hakkında kendi aralarında ihtilâfa düşmezlerdi. Halbuki irtihal-i nebeviden sonra Ashab-ı Kiram, içlerinden birini halife intihabı hususunda ihtilâf ettiler. Sekife-i Beni Saide denilen mahalde içtima ederek aralarında hayli münakaşa cereyan etti. Acı, tatlı sözler söylendi. Medineliler Mekkelilere bizden bir emir sizden de bir emir olsun dediler. Mekkeliler “Bizden emir, sizden vezir” diye cevap verdiler. Nihayet Hazret-i Ebubekir’e biat olundu ve “Halife-i Resulüllah” denildi Hattâ isim takmak hususunda evvelâ tereddüt ettiler. Hazreti Ebubekir’e ne isim vereceklerini, ne suretle hitap edeceklerini birdenbire kestirip atamadılar. Nihayet dediğim gibi halife dediler. Hazreti Ebubekir ahar ömründe Hazret-i Ömer-ül Faruk’u istihlaf yani veliaht tâyin etti. Ashab-ı kiram da kabul eyledi ve evvelâ Hazreti Ömer’e tetabu (aralıksız olarak) izafetle “Halifet-ü Halifet-ü Resulüllah” dediler. Resulüllah’ın halifesinin halifesi demektir. Çünkü demiştim ya, halife halef demektir. Ömer, Ebubekir’in halefi; Ebubekir de Cenab-ı Peygamber’in halefi demek oluyor. Fakat bu surette izafetler altıncı, yedinci, hususiyle onuncu, yirminci dereceye baliğ olunca pek ziyade uzayacağından tetabi izafetten vazgeçtiler. Alelıtlak halife dediler. Ara sıra da “Emîr-il Müminin” ıtlak ettiler. İşte “Emir-il Müminin” tabiri buradan çıktı. Sonra biliyorsunuz Hazret-i Ömer yaralandı. Kendisi mecruhan (yaralı) hal-i intizarda iken başında pek çok hilâfet gürültüsü oldu. Bir cemaat gelerek Hazret-i Osman’ı veliaht yapmasını istediler. Hazreti Ömer kabul etmedi. Ben Osman’ı halife yaparsam Ümeyye oğullarını Ümmet-i Muhammed’in başına musallat eder, onlar da onun boynunu vurur dedi. Nitekim öyle de oldu. Onlar Hazreti Ömer’in nezdinden çıktıktan sonra Haşîmiler geldiler. Hazreti Ali’nin halife yapılmasını istediler. Hazreti Ömer onu da beğenmedi. “Hazreti Ali Allah adamıdır, ben onu halife yaparsam o sizi doğru yola sevk eder. Fakat tabiiyetinde mizah yani latifecilik vardır.” dedi ve yapmadı. Bazıları da aşere-i mübeşşereden Hazreti Talha’yı veliaht yapmasını tavsiye ettiler. Hazreti Ömer cevaben “O cicili bicili süslü elbiseler giymesini bilir, o mu halife olacak?” dedi. Bir kısım halk da yine aşare-i mübeşşereden Zübeyr Bin Avvam’ı tavsiye ettiler. Hazreti Ömer “O çarşı ve pazarlarda ölecek başlarından kalkamaz” cevabını verdi.

Nihayet abazıları da Hazreti Ömer’in kendi oğlu ulemayı ashaptan meşhur Abdullah ibni Ömer’i tavsiye ettiler. Bu Abdullah ibn-i Ömer hakikaten en büyük ulema-yı ashaptandır. Âbit, zahit, mütteki bir zattır. Her veçhile hilâfete lâyıktı. Onun için bazı ashab-ı kiram Hazreti Ömer’e onu tavsiye ettiler. Lâkin Cenab-ı Ömer “Bir evden bir kurban kâfidir.” dedi. Elhasıl Hazreti Ömer ashab-ı kiram içinde kendi istediği gibi halife olacak bir zatı bulamadı veyahut bu mesuliyeti deruhte etmek (üstlenmek) istemedi. Düşündü düşündü nihayet bildiğiniz veçhile işi altı kişiden mürekkep şûraya havale etti. Yani “Osman, Ali Abdurrahman bin Avf, Züibeyr bin Avam, Tâ’lha, Said bin Vakkas» dan mürekkep meclis-i meşruta terk etti. Onlar da kendi içlerinden birini intihap etmek (seçmek) üzere Abdurrahman bin Avf’ı hakem ittihaz ettiler. O da Hazreti Osman’ı tercih ve intihap etti. Hazreti Osman’ın malûm olan şehadetinden Sonra Hazreti Ali’ye biat olundu, işte bu dört halifeye Hulefa-yı Raşidin denir ki bunların mecmuunun müddet-i hilâfeti otuz seneden ibarettir.

Hazreti Peygamber’in bu bapta bir hadis-i şerifi vardır ki, burada bilinmesi lâzımdır ve calib-i dikkattir. O hadis de “Elhilâfetü badi selâsüne seneten sümmetaısire meliken adudan”dır. Manası “Benden sonra hilâfet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata münkalip olur (dönüşür).” demektir. Adud ısırıcı demektir. Bu hadis en muteber hadis kitaplarından olan Sünen-i Tirmîzî’de bütün akayit kitaplarında mevcuttur. Bazıları bu hadisi zayıf addetmek istiyorlarsa da doğru değildir. Hadis-i hüsn nevindendir. Hadisler üç kısımdır, birincisi hadis-i sahih, ikincisi hadis-i hüsn, üçüncüsü de hadis-i zayıftır. Bunlar ıstılahtır. Usul-ü hadis ıstılahındandır. İşte bu hadis bu ikindi nevi hadislerdendir ve en muteber ilim, itikat kitaplarında mezkûrdur. Rica ederim, sözlerimde katiyen gıllügiş (gizli ve kötü bir amaç) yoktur. Kimseye müdahene ve riya yoktur. Maksadım İslâmiyet’in hakayıkını bildirmektir. Bu izahatımı sırf İslâmiyet’e hizmet için söylüyorum. Din-i İslâm’ı birtakım hurafattan tenziye (arındırmak) için söylüyorum. (Bravo sesleri, alkışlar) Isırıcı saltanattan maksat saltanat-ı salimedir. Mecaz tarikiyle söylenmiştir, istiare vardır.

Görülüyor ki ashab-ı kiram hazeratı da bu hilâfet meselesini suret-i sarihada izah etmemiş lerdir. Demek oluyor ki ne Kur’an-ı Kerimde, ne âhadis-i nebeviyede ve ne de ashab-ı kiramın kelamlarında hilâfet hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri bize anlatacak sarih ve katî bir surette izah edecek bir şey yoktur.

Şimdi de sonra gelen ulemayı İslâm’ın bu mesele hakkındaki tarz-ı telâkkilerini tetkik edelim. Bilirsiniz ki, bugün ehl-i sünnet doğrudan doğruya Şehrullahi İslâmiyet’te giden, sırat-ı müstakim (doğru yol) üzerinde bulunan dört mezhepten ibarettir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleri değil mi efendim? İşte bu dört mezhebin heyet-i mecmuasına ehl-i sünnet denir. Sırat-ı müstakim bunların gittikleri yoldur. Bu zatların telâkkisine gelince burada üç mezhep bir tarafa, bir mezhep diğer tarafa ayrılır. Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri müttefikan hilâfetin şartlarında ağır davranırlar. Halife olacak zatın müçtehit derecesinde âlim olmasını, tam bir adaletle muttasıf bulunmasını ve her halde Kureyş’ten olmasını şart ederler. Hatta İmam-ı Safi Hazretleri “Halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün’azil olur. Ayrıca hul ve azle tevakkuf etmez.” diyor. Mezheb-i Şafii de böyledir. En muteber Şafii kitaplarından olan Münhac-i Nuvi (?) de ve onun şerhi olan Muğn’il Muhtac’ta bu bapta sarahat vardır. Merak edenler, sözüme itimat etmeyenler bu kitaplara müracaat etsinler. Yalnız Hanefiler şerait-i hilâfet hakkında biraz müsamahakâr davranıyorlar. Meselâ halifenin müçtehit olması şart değildir. Âlim olması kâfidir diyorlar. Kezalik (Keza) halife tarik-i adaletten inhiraf edince kendiliğinden münazil olmaz, azledilmek lâzım gelir” divorlar. Mahaza bu dört mezhebin dördü de hilafetin şerait-i esasiyesinde meselâ. Halifenin âlim ve âdil olmasında ittifak ediyorlar. Âlim ve âdil olmayan bir zata halife demiyorlar. Mülk-ü sultan diyorlar.

İlmi itikat kitaplarını tetkik ederseniz görürsünüz ki ulemayı ehl-i sünnet hilâfeti iki kısma ayırıyorlar. Birine hilafet-i hakikiye, diğerine hilâfet-i suveriye (?) divorlar. Hilâfet-i suveriyeye hilâfet-i hükmiye dahi ıtlak olunur. Şimdi bu iki nevi hilâfeti ayrı ayrı izah edeyim. Şöyle ki, hilâfet-i hakikiye şeraiti lâzımesini cami ve milletin intihap ve biatiyle hâsıl olan hilâfettir. İşte asıl hakikaten ve şer’an “Hilâfet” diye bu birinci nevi hilâfete denir. İşte demin söylediğim “Benden sonra hilâfet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata münkalbolur.” mealindeki hadis-i şerif te zikrolunan hilâfetten maksat da hu hilâfeti hakikiyedir. Hanefi ulemasının en büyük muhakkiklerinden olan ve bugün dahi eserleri bütün âlem-i İslâm’da tedris edilmekte bulunan Sadrüşşeria’nın Tadililulûm nam kitabı güzininde bu hilâfet-i hakikiyeye “Hilâfet-i nübüvvet” ıtlak olunur.

Hanbelî mezhebinin en büyük müstenitlerinden bulunan meşhur İbni Teymiye’nin Münhacüssünne’sinde dahi bu suretle muharrerdir. Yani İbni Teymiye dahi bu hilâfet-i hakikiyeye hilâfeti nübüvvet ıtlak ediyor. Nitekim o hadisi şerif diğer bir rivayette “Hilâfeti ennübüvvetü selâsüne seneten ilâh” tarzında varit olmuştur. Şimdi ismini zikrettiğim Sadrüşşeria Türk’tür, Buharalıdır. 848 tarihinde Buhara’da vefat etmiştir. Zamanının en büyük âlimlerindendir. Yalnız ulûmu şer’iyede değil, zamanında mevcut olan bütün ulûm ve fununda yeddi tulâ sahibidir. Hakikaten her mânasiyle ulemadır. Tadililulûm namındaki kitabı isminden de anlaşıldığı veçhile mütaaddi’t ilimlerden bahistir. Pek müdekikifcane yazılmış güzide bir eserdir. Bahsettiği ilimlerden biri de ilmi heyettir. Kendi eliyle çizilmiş ilmi heyet eşkâlini dahi havidir. Mütalâa edilirse sahibinin ne bürük âlim olduğu tebevvün eder. Fakat maatteessüf şimdiye kadar tab edilmemiştir. Yalnız yazmaları mevcuttur. Bu, münasebetle şu ciheti de arz edeyim ki dini İslâm ve şarkta bilcümle ulûm ve fünuna hizmet eden büyük âlimlerin ekserisi Türk’tür. Ben vaktiyle bunlardan bazılarının isimlerini, kısa kısa tercümeihalleriyle neşretmiştim. İşte bu Sadrüşşeria da onlardandır. Mezheb-i Hanefi de 600 seneden beri onun ayarında bir âlim yetişmemiştir.

Bu hilâfet-i hakikiyenin şartlarına gelince bunlar on kadar şeriatten ibarettir ki, şunlardır: Müslüman olmak, hür olmak, akıl ve baliğ olmak, erkek olmak, selâmeti havas ve âzava malik bulunmak, umuru memleket ve masalih-i milleti temsitte rey ve tedbir ve hüsn-ü siyaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve kudrete malik bulunmak, şecaat sahibi olmak, tam manasıyla adalette muttasıf olmak. Kureyş’ten olmak. İşte hilâfetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa hilâfet sahih olmaz. Bu şartlardan başka bir de ilim şartı vardır. Yani halifenin âlim olması şarttır. Fakat bu şartta ulemayı ilâm iki ayrılıyorlar. Muvakıf’ta sarahaten beyan edildiği üzere cumhuru ulemayı ehlisünnete göre halife olacak zatın alelade âlim olması kâfi değildir. Usul ve füruda müçtehit derecesinde âlim olmak şarttır. Fakat Hanefiler bu hususta müsamahakâr davranıyorlar. Hanefilere göre müçtehit olmak şart değildir, alelıtlak ahkâm-ı şeriatı ve mesalih-i hilâfeti bilmek kâfidir.

Burada adalet şartını biraz izah etmek iktiza ediyor. Adaletin ıstılahta iki manası vardır. Biri ihkak-ı hak ve iptal-i batıl manasıdır. İkincisi sirette istikamet manasınadır ki, fıskın zıttıdır. Bu makamda âdil demek, fasık değil demektir. Adaletin bu ikinci manası birinci manasından eamdır. Ona da şamildir. Şu halde zalim ve gaddar bir insan hilâfete ehil olamayacağı gibi fisk-ü fücur ile muttasıf olan bir zat da hilâfete ehil değildir. Ulema-yı İslâm zulüm ve itisaf ile muttasıf olan bir zatı halife yapmak demek, kurdu koyuna çoban etmek demektir diyorlar. Bundan evvel imamet hakkında Cenab-ı Hak ile İbrahim Aleyhisselâm arasında cereyan eden bir mükâleme-i mâneviyeyi Kur’an-ı Kerim’den nakletmiştim. Onda kendi zürriyetinden de iman yapılmasını niyaz eden Hazreti İbrahim’e cevaben Cenab-ı Hak “Lâ yenâlü ahdîzzalimin” buyuruyor. Yani “Benim ahd-ü imametim, zalimlere vasıl olmaz.” diyor. Zaten halife ve imam nasp ve tayininde maksat zalimin zulmünü defetmektir. Yoksa nas ürerine zulmü musallat etmek değildir. Bunun içindir ki. kâffe-i ulemayı İslam’a göre zalim ve itisafkâr bir zatı halife intihap etmek caiz olmaz ve sonra irtikâp-ı zulmeden bir halifede bütün ulemanın ittifakıyla azle müstahak olur. Hatta başta İmam-ı Şafii olduğu halde mütekaddimini Şafii’ye göre millet tarafından azledilmemiş olsa bile kendiliğinden münazil olur. Hanefiler “Fitne-i kıtal ve ihtilâl-i melhuz değilse azledilmesi lâzım olur.” diyorlar. Bazıları “Fukara-yı Hanife indinde adaleti sıhhat-i hilâfetin şartı değildir. Binaenaleyh fasikın hilâfeti maalkerahe sahih olur” demişlerse de bu doğru değildir, yanlıştır. Sadrüşşeria’nın demin ismini zikrettiğim Tadililulûm’unda ve fukahai Hanefiye’nin sadrüşşeria derecesinde muhakkiklerden olan meşhur İbn’ül Hümam’ın Müsayere namındaki kitabındaki sarahaten beyan olunmuştur ki, cimme-i Hanefiye indinde dahi adalet sıhhat-i hilâfetin şartıdır. Yalnız mülk ve saltanatın şartı değildir. Yani şimdi aşağıda zikredeceğim hilâfetin ikinci nevinin (türünün) şartı değildir. Çünkü hilâfetin ikinci nevi hükümdarlıktan, saltanattan ibarettir. Bu ise intihap ve biat üzerine müesses değildir. Kuvvet, kahir ve galebe üzerine müntenidir. Bu makamda hilâfetle saltanatı biri birine karıştırmamak lâzımdır. Hakiki hilâfet başka, suver-i hilâfet, yani saltanat ve padişahlık yine başkadır.

İkinci nev-i hilâfete gelince: Buna hilâfeti süvariye demiştik. Bu suretten ve zahiren hilâfet şeklinde ise de hakikatte hilâfet değildir. Belki mülk ve saltanattan tegallüp (üstün) ve tasalluttan ibarettir, padişahlıktır. Bu ya şerait-i cami olmamak veyahut kahr ve istilâ, cebir ve tagallüp tarikiyle istihsal olunmakla olur. Bütün muhakkikini, ehlisünnetin müttefikan beyan ettikleri bir hakikattir ki, hulefa-yı Emeviye ve Abbasiyenin hilâfeti bu kabildendir. Çünkü bunların hilâfetleri milletin kendi arzu ve intihabiye husule gelmemiştir, kahır ve istilâ cebir ve tagallüp tarikiyle hâsıl olmuştur. Tarih-î İslam’a âşinâ olanlarca malûmdur ki, hulefa-yı Emeviye’nin irtikâp etmedikleri zulüm ve sefahat, evlâd-ı peygamberiye reva görmedikleri cevir- ü şenaet (alçaklık, haksızlık) kalmamıştır. Devlet-i Abbasiye ise bütün bütün zulüm ve itisaf, kahır ve tegallüp üzerine teessüs etmiştir. Yalnız meşhur Ebu Müslim-i Horasani’nin Hükümet-i Emeviye taraftarlarından katil ve itlaf ettiği nüfusun adedi 600.000’e baliğ olmuştur. Hulefa-yı Abbasiye’nin birincisi olan Seffah’ın amcası Abdullah bin Ali, Şam’ı istilâ ettiği zaman ahaliyi katliam etmişti. Birlikte taam etmek üzere davet ettiği eşraftan doksan kişiyi sopalarla öldürttü. Bazıları henüz can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekte iken üzerlerine sofra kurdurarak bilâ teessür taam etti ve Şam’da hulefa-yı Emeviye’nin kabirlerini açtırarak bulduğu naaşları, kemikleri ihraf eyledi. Bu Abdullah’ın biraderi Süleyman Bin Ali de Basra’da Emeviler’den elinle geçenleri öldürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttü. Sonra da meydanda bırakarak köpeklere yedirtti. En muteber İslâm tarihlerinde bu suretle muharrerdir. Hatta Cevdet Paşa merhumun Tevarih-i Hulefa namındaki tarihine bakarsanız sözlerimin sıtkını teslim edersiniz.

Osmanlı halifelerinin ise saltanata olan hırs ve tamahlarından nice masum ve bir günah şehzade kanı döktükleri malûmdur. Hulefa-yı Raşidin hazeratı, beytülmale ait olan emval-i devlet ve millete mâlullah ve hukuk-u ammeye hakkullah tesmiye ederler ve binaenaleyh alelumum hukukun hüsn-ü muhafazasına son dereceye kadar bezd-i mukadderat eylerlerdi. Bunlar ise hukuk-u Müslim’ini müsadere ederler ve emval-i devleti şuna buna peşkeş çekerlerdi. Şimdi insaf edelim, böyle bir zulüm ve tegallübe hilâfet denebilir mi? İslâmiyet gibi âli bir din böyle saltanat-ı kahireyi kabul eder mi? Adli mutlak olan Cenab-ı Hak “Layenalüahdizzalimin” buyuruyor. Böyle kahir ve müstebit bir hükümeti din-i İslâm’a nispet ederek adına hilâfet-i İslamiye demek yâr ve ağyara karşı İslâmiyet’i tahkir olur. Bu nevi hükümetler hilâfet değil Hazreti Risaletpenah efendimizin buyurdukları gibi ısırıcı saltanattan ibarettir. Onun içindir ki Risaletpenah efendimiz gaipten haber vermek suretiyle bir mucize kabulünden olarak “Benden sonra hilafet otuz senedir, ondan sonra mülk-ü adud olur.” buyurmuşlardır. Hakayık-ı tarihiye (Tarihi hakikatler) de bunu müeyyittir. Tarih tetkik ve tetebbu edilirse görülür ki hakiki hilâfet Hulefa-yı Raşidin’in sonuncusu olan Hazreti Ali’nin vefatıyla veyahut Hazreti Hasan’ın altı aydan ibaret bulunan müddeti imametiyle hitam buluyor. Ondan sonra artık “Elhükmü limen galeb” kaidesi cari oluyor. Söz kılıca, kuvvete intikal ediyor. Bu suretle Hazreti Peygamberin “Mülkü Adud” tavfiyle ifade buyurdukları hakikaten ısırıcı saltanatı kahire teessüs eyliyor.

Burada istitrat kabilinden bir garibe zikretmek isterim. Ulema-yı Teftazani namı ile meşhur bir zat vardır ki cümlenizin bildiği bir zattır. Unvanından da anlaşıldığı veçhile büyük bir âlimdir. Fakat tarih-i İslâma ahval-i ulemanın tercümüne hakkıyla vâkıf olmadığı anlaşılıyor. Bu zat “Şerh-i Akait” denilen kitabında “Eimmei dinden ehli hal ve ukut hulefa-yı Abbasiye’nin hilâfetinde ittifak etmişlerdi. Diyor ki, doğru değildir. Hakikat-i tarihiyeye külliyen mugayirdir. Bilirsiniz ki İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri eimme-i dinin en büyüklerindendir. 80 tarihinde tevellüt ve 150 tarihinde vefat etmiştir. Hem devlet-i Emeviye, hem de devlet-i Abbasiye zamanlarında berhayat buluyorlardı. Ne Hilâfet-i Emeviye’yi ne de Hilâfet-i Abbasiyeyi tecviz ve kabul etmemişti. Henüz Emeviler’in hükümran oldukları esnada Hazreti İmam-ı Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin’in mahdumu ve elyevm Yemen kıtasında bulunan Zeydiye Fırkası’nın imamı meşhur İmam-ı Zeyl Hazretleri’ne biat olunmasına el altından fetva verdirdi. Onun için Emeviler zamanında Irak Valisi ve Kumandanı olan meşhur Ebu Hüreyre tarafından darp ve hapsedilmişti. Ebu Hüreyre her gün müşarünleyhi hapisaneden çıkararak alâmülainnas kırbaçla darp eder ve sonra yine hapseylerdi. Abbasiler zamanında da müşarünileyh İmamı Âzam Hazretleri Hazreti Hasan’ın evlâdından “Nefsüzzekiyye” denmekle mâruf Mahmud Mehdi’ye muavenet ve biat olunmamasına ve zekât, ağnam ve aşar gibi şer’i vergilerin ona verilmesine gizli gizli fetvalar verirdi. Bunun içindir ki Abbasilerin ikinci Halifesi olan Ebucafer ve Mansur tarafından hapsedilmiş ve nihayet hapisane derununda vefat eylemiştir.

Fükaha-yı Hanefiye’nin şeyh ve üstatlarından ve usulü fıkıh imamlarından “Husas” lâkabıyla Şehr-i Teşar İmamı Ebubekir Razinin “Ahkâm-ül Kuran” namındaki tefsirinde ve Fahreddin Razi’nin Tefsir-i Kebir’inde ve meşhur Tefsir-i Keşşaf da demin zikrettiğim “lâyenalü ahdüzzalimin” âyeti celilesinin tefsirinde bu suretle muharrerdir. Keza büyük müçtehitlerden her biri İmam-ı Âzam gibi bir mezheb-i fıkıh sahibi olan Süfyan Suri İbnicerih ve Ubadibni Kuşeyr gibi eazımı ümmet dahi zikrolunan Mansur tarafından hapsedilmişlerdi. Mezheb-i Malikin müessisi İmam-ı Malik Hazretleri yalnız dayak yemekle kurtulmuştu. Fakat darbın şiddetinden kolu çıkmıştı. Şu hakayık-ı tarihiye meydanda en mevsuk ve muteber tefsir ve tarih kitaplarında mevcut iken Ulemayı Taftazani’nin “Eimmei dinden ehli hal ve ukud hilâfet-i Abbasiye’nin sıhhatinde iktifat etmişlerdi.” tarzında idare-i kelâm etmesinin hiçbir kıymet-i ilmiyesi yoktur. Bunu bilâtereddüt ve bimuhaba (korkusuzca) söyleyebilirim.

Vakıa İmam-ı Ebuyusuf ve İmam-ı Muhammed gibi müşarünilevh İmam-ı Âzam Hazretlerinin talebesi olan Eimme-i Hanefiye, Abbasiler zamanında kadılıklar kabul etmişlerdi. Hattâ İmam-ı Ebuyusuf Bağdat’ta Hulefa-yı Abbasiye’den Mehdi, Hadi ve Harun-u Reşit zamanlarında kadülkudatlik vazifesini ifa etmişti. Fakat bu keyfiyet onların hakiki hilâfetini tasdike delâlet etmez. Çünkü bilcümle kötü bir Hanefiye’de sarahaten zikrolunduğu üzere Eimme-i Hanefiye’nin içtihadatına göre zalim ve fasik bir padişahtan kadılık ve valilik gibi memuriyet kabul etmek zarurete binaen caiz ve sahih olur. Yalnız bunda zulme ve haksızlığa alet ve vasıta olmamak şarttır. İşte bu fikir ve içtihada mebnidir ki, ulema-yı İslâm Melûk ve Saîatünin kadılıklarını ve sair memuriyetlerini deruhte etmişlerdir. Hülâsa gerek Hulefa-yı Emeviye ve gerek Hulefa-yı Abbasiye hakikatte halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife ıtlak olunmaması beynennas-ı örf olmasındandır. Tefsir-i Keşşafta demin zikrolunan ayetin tefsirinde Hulefa-yı Emeviye ve Abbasiye hakkında “Gâsıp ve mütegalliptirler, kendi kendilerine halife ismini takınmışlarıdır” diye mezkûrdur. Hattâ demin ismi geçen “Müsayere” namındaki kitapta sarahaten zikrolunduğu üzere meşayih-i Hanefiye’nin bir kısmı ashaptan Muaviye’ye bile halife demiyorlar, mülk ve sultan diyorlar.

Efendiler, kendi kendimizi aldatmayalım. alem-i İslâm’ı biz hiç aldatamayız. Onların içinde birçok ulema vardır. Kâffesi bugün bizden âlimdirler. Kütüb-ü İslâmiye ellerindedir. Onlar hilâfet-i İslâmiyenin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hint uleması, Mısır uleması, Yemen uleması, Neced uleması, Kürdistan uleması halifenin Kureyş’ten olması lâzım geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin hiçbir âlimi bizim padişahlarımızın halifeliğini din nokta-i nazarından kabul etmez. Mısır’da, Hindistan’da, Kürdistan’da hilâfetten bahsedildiği vakit bunun ciddî olduğuna inanıyormusunuz? (Bravo sesleri)

Onların uleması hiçbir zaman bizim padişahlara halife dememiştir. Kitapları meydandadır. Gafillerin en muteber kitabı olan Müntac-ı Nuvî (?) elde mütedavildir, matbudur. Bütün Şafii medreselerinde, bütün Şafii ulemasının ellerinde hürmetle, ihtiramla tedavül etmektedir. Ona bakınız! Şafiilerce bizim padişahlara halife denip denmeyeceğini anlarsınız. Maliki ve Hanbelî kitaplarına da bakınız. Onların da bizim padişahlara ne dediklerini görürsünüz. Hatta bizim Osmanlı ulemamız bile kendi padişahlarına halife dememişlerdir. Fukaha-yı Hanefiye’nin üstatlarından ve Türkistan’ın en büyük ulemasından İmam-ı Necmeddin Ömer Nesefi denilen, bir zat vardır. 537 tarihinde Semerkant’ta vefat etmiştir. Bu pek büyük bir fakih olduğu için kendisine müfti’s-sakaleyn denilmişti. Bu zatın pek çok kitapları vardır. Mezheb-i Hanefi’de imamdır. Bunun itikadiyata dair Akaid-i Nefsiye namı ile küçük bir kitabı vardır ki sekiz yüz seneden beri mezheb-i Hanefiye’nin cari olduğu bütün şark medreselerinde tedris olunur. Hattâ bugüne kadar İstanbul medreselerinde, Fatih medreselerinde dahi tedris edilegelmiştir. İşte o kitapta ve diğer bilcümle kütüb-ü İslâmiye’de imamın Kureyş’ten olması meşrut olduğu ve başkasının imameti caiz olmayacağı mutlak ve katî bir lisanla beyan ediliyordu. “Velayecüzü min gayrihib” (?) deniyor. Onun içindir ki demin ismini zikrettiğim ulema-i teftazani şerhi akaidinde hulefa-yı Abbasiye’den sonra hal müşküldür, diyor. Şu halde bu eşkâli ref etmek (yok etmek) için ne yapmak lâzımdır? Ne demelidir ki bu eşkâl mürtefi olsun? Bu hususta söylenecek şudur: Şeraitini cami bir zat bulunmadığı surette halife nasp ve intihap etmek kaziyesi vacip olmaz.

Şimdi burada gavet kuvvetli bir itiraz vârit olur. Denilebilir ki, Müslümanlar üzerine bir imam intihap ve nasp etmek vaciptir. Bu bapta icma-ı ümmet vardır. Bütün ulema-vı İslâm imam nasbinin vücudunda ittifak etmişlerdir. Buna ne cevap vereceksin? Bu sual hakikaten pek kuvvetli bir sualdir, işin içine icma girince kendi tarafımızdan ne söylense fayda vermez. Hiç kimse dinlemez. Çünkü ulema en kuvvetli delil addolunur ve tarafınızdan ne denilecek olsa bize cevaben icmayı akdeden ulema senden daha iyi bilir denilir. Şu halde buna nasıl cevap vermelidir? Bunun cevabını Şafii ulemasının en büyük mütehassıslarından Allame Uddadin (?) vermiştir. Bu zatın mevakıf namında gayet muteber bir kitabı vardır. Ehli sünnetin itikadiyatına dairdir. Büyük bir kitaptır. İstanbul’da matbaa-i âmirede üç cilt üzerine tabı edilmiştir. Bütün ulemayı İslâm elinde hüccet gibi tutulur ve münderecat-ı senet ittihaz olunur. Bu kitabın imamet bahsinde bu sual kendi tarafından irat olunduktan sonra ona cevaben demin dediğim gibi şeraiti, imameti cami bir zat bulunmadığı surette ehli İslâm üzerine imam nasbetmek vacip olmaz diye mezkûrdur. Sözümün sıhhatine inanmak istemeyenler bu kitaba müracaat etsinler.

Fakat bu surette memleket anarşi, milletihtilâl içinde kalmaz mı? Evet, millet vefdavi (?) bir surette, başıboş kendi haline terk edilir, hükümet tesis edilmezse şüphesiz memleket anarşi ve millet ihtilâl içinde kalır. Lâkin sahib-i muvakıfın maksadı bu değildir. Şeraitini cami, hakiki halife manasına bir iman-ı nasbı mümkün olmadığı surette artık o manada imam nasbının vücudu sakıt olur demek istiyor. Bundan hükümet tesisine de lüzum yoktur manası çıkmaz. Maksad-ı şeraiti hilâfeti cami, bir imam nasbı müteaızzir (zor, sorunlu) olduğu surette yine hükümet tesisi vacip olur. Fakat artık ona Hilâfet reisi hükümete de halife mânasına imam denmez ve bundan dolayı millet-i İslâmiye günahkâr olmaz demektir. Nitekim bundan evvel ismi geçen Sadrüşşeria Tadililulûm’unda şerait-i hilıâfatı tadat ettikten sonra şeraitini cami, hilâfetin hadis-i şerifte beyan olunduğu veçhile otuz senede tamam olduğunu, ondan sonra riyaset-i dünyeviye ve tegallübiyeden ibaret olan mülk ve saltanat teessüs ettiğini beyan ediyor ve sonra “Şu zikrolunan şerait-i hilâfetten zaruretin ıskat ettiği şartlar sakıt olmuştur kezalik zamanımızda Kureyşlik şartı da sukut etmiştir” diyor ve bu sözü söyledikten sonra “fekâmu melunine inmema sekâfü ahzû vektilü taktilâ” ayeti celilesini iktibas ediyoruz ve bu suretle şerait-i hilâfeti cami olmayan Melûk ve Salatin’e şiddetle hücum ediyor.

İşte şu izahatımdan hilâfet-i hakikiye ile hilâfet-i suveriyenin neden ibaret olduğu tamamıyla anlaşılmıştır sanırım. Hilâfet-i hakikiye asıl hilâfettir ki Hulefa-yı Raşidin’e mahsus ve münhasır idi. Geldi geçti. Hilâfet-i suveriye ise Hulefa-yı Raşidin’den sonra gelen halifelerin hilâfetidir ki, saltanat-ı kalhireden başka bir şey değildir ve şeran gayet mezmümdür (ayıplıdır, makbul değildir). Hilâfet-i hakikiyede Halife Resul-ü Ekrem Efendimizin eserine iktifa ile peygamberane bir hayat idare ve pederane bir siyaset takip edecek, elinde Hazreti Kuranmeşali hidayet ve rehberi hareketi olacak, kalbinde Allah korkusu onu her halûkârında adaletten ayrılmayacak, mansup ve memuriyetleri birer emaneti ilâhiye addederek ehlini bulup ona tefavvuz edecek, hukuk-u Müslimin’in ziyaına ve emvali beytülmalin zerre kadar israfına meydan vermeyecek, İslâmiyet’in inkişaf ve tealisi ve ehli islâmm saadet ve terakkisi neye mütevakkıf ise onu istihsale bezli mukadderat eyleyecek. Şimdi zamanımızda böyle bir hilâfeti hakikiye tesisi kabil midir?

Hazreti Ebubekir-i Sıddık, makam-ı hilâfete intihap olunduğu (seçildiği) zaman minbere çıkıp Cenab-ı Hakk’a hamd-ü sena ettikten sonra şu hutbeyi irat etmiş idi: “Ey nas ben sizin üzerinize ülülemr oldum. Halbuki ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana zahir olunuz. Eğer fenalık edersem beni doğru yola sevk ediniz. Doğruluk emanettir, yalancılık hiyanettir. Sizin zayıfınız indimde kavi demektir ki, hakkını zalimden alıyorum. Kaviniz de indimde zayıftır ki, ondan mağdurun hakkını istihsal ederim hiçbiriniz cihadı terk etmesin, cihadı terk eden kavm zelil olur. Ben Allah’a ve resulüne itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Şayet ben Allah ve resulüne itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyin. Kalkınız namaza rahmekümullah.”

Hazreti Ebubekir irtihalinde hiçbir nakit mevcudu çıkmamıştı. Beytülmâlden takdir olunan nafaka ile orta halde yaşardı. Emval-i emiriyeden nezdinde bir köle ile bir deve ve bir de kaftan vardı. Hali intizarında kerimesi ümmülmüminin Hazreti Ayşe’yi çağırarak, “Biz halife olalıdan beri milletin dirhem ve dinarını yemedik (yani parasını yemedik), kaba ve bayağı taamlarım yedik ve katı elbiselini giydik. (Yani takdir olunan nafaka) Bu köle ile bu deve ve kaftan benim malım değil, beytülmal-i müsliminindir. Ben masalih-i Müslimin ile meşgul olurken onları kullanırdım. Size müverris olmaz vefatımda üçünü de Ömer’e gönder.” diye vasiyet etmiştir.

Hazreti Ayşe ber-mucib-i vasiyet (vasiyeti gereğince) onları Hazreti Ömer’e gönderince Hazreti Ömer, “Ya Ebubekir, kendinden sonra gelenleri zahmete soktun, müşkül bir mevkiye koydun.” diyerek ağladı ve “Alın bunları beytülmale teslim edin” dedi. Bunun üzerine hazır-ı bilmeclis olan Abdurrahman Bin Avf, “Subhanallah, bir köle ve bir deve ile beş dirhemlik köhne kaftanın ne değeri olabilir? Emretseniz de onları Hazreti Ayşe’ye iade etseler.” deyince Hazreti Ömer, “O Ömer’în zamanında olamaz.” cevabını vermiştir.

Hazreti Ömer de eyyam-ı hilâfetinde (halifelik günlerinde), Hazreti Ebubekir gibi beytülmâlden takdir olunan yevm-i nafaka ile geçinirdi ve ekvat-ı yevmiyesini pek dar tutmuş olduğundan ailesi müzayaka (sıkıntı) çekerdi. Diğer ashab-ı istihkaka ise kendi istihkakından fazla verirdi. Bir gün hutbe okumak için minbere çıktığında üzerindeki elbisenin on iki yerinde yama görülmüştü. Geceleri Medine-i Münevvere sokaklarında tabusabah bekçi gibi dolaşır. Bizzat şehrin asayişini muhafazaya çalışırdı. Hatta kapalı olup olmadıklarını anlamak için kapıları yoklardı ve “Fırat Nehri’nde bir oğlak boğulacak olursa korkarım ki, yarın Cenabı Hak beni ondan mesul tutar.” diyerek ağlardı. Mesuliyet hissi ve Allah korkusu kalbinde o kadar yer etmişti ki, ara sıra, “Yarabbi, memalik-i İslâmiye pek ziyade kasb-i vüsat etti. Her tarafta adaleti ilâhiyeni neşir ve tevzi etmek benim için müteazzir oldu. Artık bu bâr-ı mesuliyete tahammül edemeyeceğim, ruhumu kabzet.” diye dua ederdi. İrtihalinde medyunen (borçlu olarak) vefat ettiği için emvali satılıp borçları tesviye olunmuştu.

Hazreti İmam-ı Ali de geceleri biri beytülmalin, diğeri kendisinin parasıyla alman iki mum bulundururmuş. Mesalih-i milletle meşgul olurken Beytülmalin mumunu kullanırdı. Fakat o sırada kendi şahsî işiyle iştigal edecek veyahut nezdine biri gelip hususi mükâlemeye başlayacak olursa derhal o mumu söndürür, kendi parasıyla alman mumu yakardı. Hazreti Osman ise servet-i zatiyeye malik olduğu için masarifi hilâfet namıyla beytülmâlden hiçbir şey almazdı.

İşte hakikî hilâfet böyle olur. Halife diye de böyle zatlara denir. Zamanımızda böyle halife bulmak mümkün müdür? Mümkün olmayınca halife aramanın manası kalır mı? Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer-i şerif nazarında hilâfetten maksat hükümettir. Bir hükümet-i âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de emrü hükümette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor, “Ve emrühüm şûra beynehüm” diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettikte. Bu usul-ü idare tahsin-i ilâhiye mezhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne manası vardır?

İşte efendiler, hilâfet meselesinin ilmi kelâm yani itikadiyet nokta-i nazarından mahiyet-i şeriyesi budur. Bunu bu suretle bilmek, halkı tenvir etmek, hakikati bildirmek lâzımdır ve böyle bir zamanda bizim için bir farizadır. (Alkışlar) Hakikaten bazı zatlar var. Meselâ bizim muhterem Gümüşane Mebusu Zeki Bey, Muhterem Kastamonu Mebusu Halid Beyefendi Hazretleri gibi. Dahilde ve hariçte daha birçok zevat bulunabilir ki bu meselede tereddütleri vardır. Endişelerinde samimiyet olduğunda hiç şüphem yoktur. Kendilerini takdir ve tebcil ederim (yüceltirim). Sözlerinde başka bir gaye, başka bir maksat yoktur. Endişeler, pek tabiî bir endişedir. Çünkü mesele pek büyüktür. Azim bir inkılâp geçiriyoruz. Kendilerini mazur görürüm. Hiç şüphe etmem ki meseleyi olduğu gibi bildikleri zaman o endişeleri zail olur. Onlar da kemal-i itidal ile bizim nokta-i nazarımıza iştirak ederler.

Muhterem Halid Beyefendi “Ben meselenin cihet-i şeriyesine (şeriatla ilgili yönüne) karışmam. Ciheti siyasiyesini (siyasi yönünü) düşünüyorum.” dediler. Yâni meselenin cihet-i siyasiyesinden endişe ettiklerini söylediler. Bu bapta da bir iki söz söylemek isterim. Kimsenin kanaatini suiistimal etmek istemem. Söyleyeceğim sözler sırf benim şahsi kanaatimdir. Bunu yani hilâfet meselesinin cihet-i siyasiyesini ben de çok düşündüm. Geçen seneden beri bâzı matbuat da bundan bahsetti. Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun âlem-i İslâmda hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi âlemi İslâm uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlem-i İslâm bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihat fetvası ısdar olunduğu zaman âlem-i İslâmdan hiçbir sada-yı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi, ve hatta güya makarr-ı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapayarak başımda nöbet bekleyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam (Eşim) ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekleyen Müslüman Hint askeri idi. İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman âlem-i İslâm hiçbir tarafından bize dest-i muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmayalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet, âlem-i İslâm bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efrad-ı İslâmiyenin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvvet-i diniye (din kardeşliği) meselesidir.

Müslüman’lar birbirinin kardeşi olduğundandır. Kuranı Kerim (İnnemelmü’minine uhuvveti) buyuruyor. Yani müminler birbirinin kardeşidir diyor. İşte Âlem-i İslâm üzerine bize muavenet etmek bu uhuvveti diniyeden dolayı vaciptir. Yoksa bir zatın halife namıyla heyüla gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. İslâmiyet’te insanlar hakkında kutsiyet yoktur. İslâmiyet’te öyle Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhaniyet yani Hükümeti ruhaniye yoktur. Kezalik (Keza) İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şeriat-ı İslamiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilât-ı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da Hak’tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Plak)
tır. Cenab-ı Hakk’ın ismi de Hak’tır. Kutsiyet de ondadır. Bazı dinlerin bazı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, “Allahümme erinâ hakâikel eşyâ kemâ hiye” duası idi.
Manası “Yarabbi bize hakayık-ı eşyayı olduğu gibi göster.” demektir. Diğer bir duası da “Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed” duası idi. Manası “Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma” demektir.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Yaşa hocam yaşa.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (İzmir) — Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası (şahısları) halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir (yüksektir). Bu birtakım iğfalâttan, devr-i istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr (zulümleri örtmek) için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasten vuku bulan telkinatından ve birtakım cahil ve saf dil zevatın yanlış telâkkiyatından neşet etmiş (doğmuş) ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.

Elhasıl Müslümanların birbirine muavenet etmeleri bir lâzime-i diniyedir (dinsel gerekliliktir). Bu tesanüt dinî ve içtimai kaziyesidir. Müslümanlar eczası birbirine kenetlenmiş bina gibidir. Yekdiğerini tutarlar, birbirlerinden ayrılmazlar, mealinde bir hadis-i şerif vardır ki, Ehli İslâm arasındaki tesanüdün derecei lüzumunu gösterir. Bu bapta daha pek çok hadisi şerifler vardır. Her biri bir düsturu ahlâki ve pek yüksek vecize-i içtimaiyedir. Onun için Hint’in, Mısır’ın. Afgan’ın, Türkistan’ın ve diğer âlem-i İslâm’ın bize ve bizim onlara irtibatımız hep bu tesanüt-ü diniyeden mütevellittir. O zavallılar da kendilerini esaretten kurtarmak için bir mededhâh (mededgah ?), bir el arıyorlar. (Bravo sesleri) İşte bunun içindir ki biz Hilâfet’i ilga etsek de, etmesek de onlar daima ellerinden geldiği kadar bize muavenette devam edeceklerdir ve etmeleri lâzımdır.

ALÎ ŞUURİ B. (Karesi) — Evvelce neşretmiş olduğunuz risalenizde Hilâfeti vekâletle tarif ediyordunuz. Hilâfet bir nevi vekâlettir. Halife millet-i İslâmiye’nin vekilidir, diyordunuz. Bu nokta-i nazarınızdan feragat mi ettiniz?

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B: (Devamla) — Hayır, o noktai nazarımdan feragat etmedim. Fakat bendeniz pek uzun gidecek diye bu mesele hakkında bütün bildiklerimi söylemek istemiyorum. (Söyle, söyle, dinleriz sesleri) Madem ki istiyorsunuz o halde ben de söyleyeyim. Fakat sabrınızı suiistimal ediyorum, sözlerim biraz daha uzayacaksa da meselenin pek büyük ehemmiyeti olduğundan affınızı temenni ederim. (Söyle, lezzetle dinliyoruz sesleri)
Evet Ali Şuuri Beyefendi, Hilâfet bir nevi vekâlettir. Milletle halife arasında akdedilmiş olan vekâletten başka bir şey değildir. Millet müvekkil, halife onun vekilidir.

Halife ve intihap ve ona biat etmek demek akdi vekâleti icap etmek demektir. Bilirsiniz ki, her akit, her mukavele tarafeynin icap ve kabulüyle münakit olur. İşte hilâfet de bir akit ve bir mukaveledir. Hem de bütün fukahanın bilittifak beyanatı veçhile akdi vekâlet nevindendir. Hakkında kaide-i vekâlet ahkâmı cari olur. Çünkü efendiler, defaat ile arz etmiştim ki, hilâfet mahiyeti sedyesi itibariyle Hükümet demektir. Bilirsiniz ki, Hazreti Peygamber, bir taraftan ahkâm-ı şeriyeyi (şeri hükümleri) vaz eder, teşri eder, diğer taraftan da bizzat o ahkâm-ı icra ederdi. Etrafa valiler, kadılar, kumandanlar nasp ve tâyin eylerdi ve muharebelerde bizzat başkumandanlık vazifesini ifa ederdi. Hatta pek güzel bilirsiniz, Uhud gazasında yanağından yaralanmıştı. Bu ahval ise söylemeye hacet yok icrayı Hükümet demektir. Onun içindir ki, hilâfet de Hükümet demektir. Fakat gerek asr-ı saadette ve gerek sonraları hükümet tabir-i mustalah olmamıştı. Hükümet kelimesi lügatte hâkim, olmak, emir ve men etmek, tahakküm etmek demektir. Şeran pek makbul bir şey değildir. Onun için ol vakitler hükümet tabiri kullanılmamış, onun yerine “hilâfet” tabiri istimal edilımiştir. Fukaha-i Hanefiye’nin müteehhirini meyanında İbn-i Hümam namında bir zat vardır ki, müçtehit derecesinde büyük bir fakihtir. Sivas’ta doğup İskenderiye’de yetişmiştir ve orada neşri ulûm ederek gayet feyyaz eserler vücuda getirmiştir. Dokuzuncu asrı hicrî ricalindendir. Bunun ilmi kelâma yani itikadiyata dair Müşavere namında bir kitabı varıdır ki, matbudur. Bundan evvel de birkaç kere ismini zikrettim. İşte o kitapta imamet “hiye istihkakı tasarrufu âmme alelmüslimin” diye tarif olunuyor. Yani imamet, tabir-i diğerle (başka bir söyleyişle) hilâfet Müslümanlar üzerine tasarruf-u âmme istihkaktır deniyor. İşte “hilâfetin fıkıh yani ilmi hukuk nokta-ı nazarından tarifi budur. İlmi itikat kitaplarında hilâfet daha doğrusu imamet başka suretle tarif olunur. Umur-u diniye ve dünyeviye Hazreti Peygamberden halef olarak Müslümanlar üzerinde riyasettir diye tarif olunur.

İbn-i Hümam büyük fakih olduğundan imameti fıkıh ve hukuk nokta-i nazarından tarif etmek istemiş.
Onun için imamet Müslümanlar üzerine tasarruf-u amme istihkaktır demiştir. İşte efendiler, imametin, tabir-i diğerle hilâfetin en güzel ve en doğru tarifi budur. Tasarruf-u amme istihkaktır diyor. Tasarruf-u am demek bütün Müslümanlara şamil olmak üzere onların umur-u amme ve müşterekesinde tasarruf demektir ve bunu lisanı fıkıhta yani hukuku İslamiye ıstılahatında velayet-i âmme deniyor. Velayet ne demektir? Ve tasarruf-u amme istihkak ne suretle hâsıl olur? Alelûmum Müslümanlar üzerinde tasarruf-u amme müstehak bir kimse var mıdır? Bunları izah etmek lâzım geliyor. Rica ederim mesele derinleşiyor. Gayet ilmî bir safhaya giriyor dikkatle dinlemeniz lâzım gelir.

Velayet-i ulema-yı İslâm “tenfizülkavle alelgayrü şae ev ebâ” diye tarif ederler. Manası ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir, İşte velayetin manası budur. Şu halde şerait-i İslâmiye’ye nazaran böyle ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek hakkını haiz kimse var mıdır? Bu cebren söz geçirmek demektir ki tahakkümden başka bir şey değildir. Tahakküm şeran caiz midir? Evet bir kimsenin diğerine cebren söz geçirmeye kalkışması gayrimeşru olursa ona tahakküm denir, tegallüp (egemenlik kurma) denir ve nihayet saltanat denir. Fakat meşru olursa işte o vakit ona velayet denir. Şimdi ‘bu meseleyi bir mukaddeme ile izah edeyim.

Muhterem efendiler, Hukuk-u İslâmiyece üç hak vardır ki bu üç hakka her fert müsavat-ı tanıme (?) üzere maliktir ve üçü de lâyetegayyerdir (değişmez) ve lâyetezelzel (sarsılmaz) haklardır. Birincili hak-ı hürriyet, ikincisi hak-ı ismettir ki biz şimdi buna masuniyet-i şahsiye ıtlak ediyoruz. Nefsin ve arzın masumiyet ve masuniyeti demektir. Üçüncüsü de hak-ı mülkiyettir, iste bu üç hak İsiâmiyet’in hukuk-u esasiyesindendir. Diğer bütün hukuk bu üç haktan tevellüt eder. Bu üç hak bütün hukukun anası ve menşeidir.
Zamanımızda mütemeddin memleketlerin hukuk-u esasiyesi de bu üç hak değil midir? Evet, öyledir ama biz bu hukuk-u esasiyeyi bugün değil, 1300 sene evvel öğrenmişiz. Lâkin maatteessüf hilâfet nâmı altında sonra gelen müstebit hükümetler bu hukuk-u esasiyeye hakkiyle riayet etmemişlerdir.

İslâmiyet’te hiçbir ferdin diğer fert üzerinde kendiliğinden bizatihi hak-ı velayeti yoktur. Hiçbir kimse diğerin cebren söz geçirmek hakkını haiz değildir. Hiçbir fert diğerini öyle cebren şunu yap, bunu yapma, şurada otur, oraya gitme diyemez. Herkes hürdür, istediği yerde oturur, kalkar, istediği gibi hareket eder. Başkasın zarar iras etmedikçe (meydana getirmedikçe) kimse ona karışamaz. Kezalik herkesin nefsi, arz-ı muhterem ve taarruzdan masundur. Hak-ı temellükte böyledir. Herkesin malı, mülkü taarruzdan masundur. Herkes, kendi mal ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Gayra (Başkasına) zarar vermedikçe hiçbir kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur. Herkes hukukça müsavidir, öyle sınıf imtiyazları, zadegânlık (aristoktasi) usulü gibi şeyler yoktur. İslâmiyet tam manasıyla demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin imtiyazını kabul etmez. Kur’an-ı Kerim “ekrameküm indellahe ittekaküm” buyuruyor. Yani “Allah
indinde sizin en mükerrem olanınız Allah’tan en çok korkanınızdır” diyor. İşte bunun içindir ki büyük, küçük şerif ve vad’i herkes nazar-ı ilahide müsavidir (eşittir). Allah’ın indinde en makbul ve mükerrem olan zat, kimin oğlu olursa olsun Allahtan en çok korkan zattır. Bunun içindir ki İslâmiyet’te hiçbir kimse şahsi
imtiyazından mütevellit olmak üzere diğer bir fert üzerinde cebren söz geçirmek, ona emir venehi etmek (?) hakkını haiz değildir.

İslâmiyet’te yalnız bir zatın diğeri üzerinde velayeti, cebren söz geçirmek hakkı vardır ki o da babadır. İşte yalnız babanın evlâdı üzerinde söz geçirmek hakkı vardı ki velayettir. Baba çocuğun velisidir. Bu velayet
babanın babalık vasfından mütevellittir ve çocuk hakkında şevkât-i kâmiliye mâlik olduğundandır. Ortada bir çocuk var. Bakılmak ister. Kendisine irsen intikal eden emvali (malları) sınayet edilmek (korumak) lâzım. Çocuktur, kendine bakamaz ve emvalini sıyanet edemez. Buna kim bakacak ve emvalini kim sıyanet edecek? Şeriat-ı İslâmiye çocuğa bakmak, tâbir-i diğerle çocuk üzerinde velayet hakkına haiz olmak hususunu çocuk hakkında en ziyade şevkâte mâlik olan, herkesten ziyade onun nefi ve hayrını düşünecek olan zata veriyor ki o da babadır. İşte babanın bu velayetine zâtiye deniyor. Babanın zâtından, übüvvet (babalık) vasfından neşet eden bir velayettir. Babadan başka ve baba hükmünde olan büyük babadan başka hiçbir kimsenin diğer fert üzerinde böyle velayet-i zatiyesi yoktur. Herkesin kendi nefsinde ve emvalinde velayeti, tâbir-i diğerle hak-ı tasarrufu vardır. Onun bu velayet ve tasarrufuna kimse karışamaz. İste bu esasa binaendir ki “Her kimse kendi âleminin padişahıdır.” denir. Bir zat diğer şahıs hakkında velayete ve hakkı tasarrufa malik olabilmek için mutlaka o şahıstan velayet hakkını ahzetmesi lâzım gelir. Meselâ bir kimse diğerinin bir malını başkasına satabilmek için mal sahibinden mezuniyet almış olmak lâzımdır. Daha evvelce öyle bir mezuniyet almamış ise o satış muteber olmaz. Bu hususta mezuniyet almak ne demektir? O malı satmak, velayetini onun rızasıyla ondan almak demektir. işte o velayeti almış olan zâta vekil denir. Ona o velayeti veren zâta da müvekkil denir. Vekil böyle bir velayet almamış ise ona vekil denmez;, fuzuli denir. Fuzulinin tasarruf atı ise muteber olmaz. Meğer ki mal sahibi bilâhare ona muvafakat etmiş olsun. Bu surette de icazet-i lahika vekâlet-i sabıka hükmündedir denir ve o itibarla fuzulinin tasarrufu muteber olur. Hâkem meselesi de böyledir.

Yani bir kimse diğeriyle olan dâvasında başka bir zâtı kendi rızasiyla hâkem ittihaz etmedikçe o zâtın o kimse aleyhinde vuku bulacak hükmü muteber olmaz. Fuzuli olur. Bir şahıs kendi aleyhinde hükmetmek hakkını başka bir zâta vermelidir ki o zatın o kimse aleyhindeki hükmü muteber olabilsin. Çünkü demin ne demiştik? Babadan mâda hiçbir kimsenin diğer bir zât hakkında velayeti hakkı tasarrufu yoktur dememiş miydik? İşte onun için her kim olursa olsun diğer bir zâtın lehinde veyahut aleyhinde tasarruf edebilmesi için o zattan kendi rızasıyla ahz-u velâyet etmesi hak-ı tasarruf alması zaruridir. Babanın çocuk hakkındaki velayetine velayet-i zâtiye denildiğini söylemiştik. Başka bir zâtın diğer bir şahsa velayet vermesine ve o şahsın bu suretle haizi velayet olmasına da velayet-i tefriz ıtlak olunur. Demek oluyor ki, velayet iki kısımdır. Biri velayeti zâtiyedir ki babanın velâyetidir. Diğeri velayeti tefrizdir ki akil ve baliğ olan her şahsın diğer bir zata vermiş olduğu velayettir. İşte vekilin, vasinin ve mütevellinin ve hâkemlerin haiz oldukları velayetler hep velayeti tefriz cümlesindendir. İşte halifenin haiz olduğu velayette bu velayet-i tefriz revindendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya veraset tarikiyle halife olmak hakkı yoktur. İbnü’l-Hümâm’ın yukarıdaki tarihinden anlamıştık ki halife olmak demek tasarruf-u âmme müstahak olmak demektir. Bu
istihkak ise millet tarafından bir şahsa tasarruf-u âm salâhiyeti verilmekle hâsıl olur ki vekâlet demektir. Umur-u âmme denilen şey milletin kendi umur-u müşterekesidir. Bir memleketin idaresi demek o memlekette millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse o hakka malik olamaz. İşte bu esasa mebnidir ki fukaha-yı İslâm yani İslâm hukukçuları hilâfeti milletle halife arasında münakit vekâlettir derler ve bu hususta tamamen kaide-i vekâlet ahkâmını tatbik ederler. Meselâ vekâleti mutlak olacağı gibi mukayyet de olabilir ve vekil olan zat müvekkilinin hiyni tevkilde dermeyan ettiği kayıt ve şartta riayet etmeye mecburdur.
O kayda riayet etmezse tasarrufu muteber olmaz. Bunun gibi hilâfette vekâlet nevinden olduğundan halife esnayı intihap ve biatte müvekkil olan millet tarafından dermeyan edilen kayıt ve şarta riayet etmeye mecburdur. Millet kendi velayet-i ammesini yani umur-u ammede tasarruf-u am salâhiyetini halifeye mutlak surette bahşetmişse halifenin bu nevi hilâfet-i mutlakası, hükümet-i mutlaka demek olur. Hulefa-yı Raşidin’in hilafeti gibi. Yok eğer millet esnayı biatte halifenin hilâfetini yani velayet-i ammesini bazı kuyut ve şurta tâbi tutmuşsa o vakit bu nevi hilafette hükümeti meşruta demek olur. Osmanlı Meşrutiyeti’nde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin kendi umur-u ammesinde hiçbir kimseye
hak-ı tasarruf bahşetmemesi de esas itibarıyla caiz olmak lâzım gelir.

Millet kendi işini kendim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? işte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiye-i siyasiye ve içtimaiyeye malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de “Müslümanların işi kendi aralarından meşveretle görülür” dediği için buna mesağı (?) şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de demiştim hilâfet hükümet demektir. Maksut olan memleket ve milleti adilane bir surette hüsn-ü idare etmektir. Yoksa şekl-i hükümet değildir. Bu bahsi biraz daha izah etmek lâzım gelirse deriz ki velayet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek olur. Böyle cebren söz geçirmek gayrimeşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa velayet ıtlak olunur. Bir kanuna mütenit olursa ona hakem denir. Elfaz (Sözcükler) başka başkadır. Fakat mâna hep
birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu velayet evvelemirde iki kısma ayrılır. Velayet-i âmme, velayet-i hassa.

Velayet-i amme demek hükümet demektir, hâkimiyet demek, saltanat demek, şu Meclis-i Âli’nin tasarrufu demektir. Velayet-i ammenin manası budur. Memleketin her tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umuru ammeye, şamildir. Bugün Türkiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanuni olur müstelzimi
mürazak (?) bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umur-u izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umur-u izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.

O halde halifenin, imamın, hükümetin veyahut sultanın emirleri tasarrufları nasıl nafiz oluyor? İşte intihap ve biat onun için şarttır. Halifeyi intihap etmek, imam denilen zatı intihap etmek, hatta mebusları intihap etmek onun için şarttır. Yâni bunların emirleri, tasarrufları muteber ve meşru olmak için şarttır.
Size basit bir kaide-i hukukiye arz edeyim. Cümleniz bilirsiniz bir insan gerek kendi nefsinde ve gerek kendi malında keyfe mayeşa dilediği gibi tasarruf eder. Dilerse bu hakkı tasarrufunu başkasına da bahşeder. Nitekim başkasına verdiği zaman o zata vekil denir ve o zat sizden aldığı hakkı tasarrufa binaen sizin malınıza tasarruf eder. Onun bey ve şirası artık nafil olur ve siz onu kabule mecbur olursunuz. Çünkü onun yapmış olduğu o tasarruf müvekkili olan zat tarafından bahşedilmiş bir vaziyettir. Müvekkil, kendi nefsinde, kendi malındaki velayeti ona vermiştir. Bu cihetle o, bu verilen velayete binaen icrayı tasarruf ediyor. Bir fert böyle olduğu gibi beş, on, yüz, bin ve daha ziyade efrattan mürekkep bir şirket, bir cemaat de bunu yapabilir. Büyük, küçük alelumum şirketler, cemaatler de aynı vaziyettedir. Dilerse onlar umur-u müşterekelerini doğrudan doğruya kendileri görürler. Dilerlerse kendi işlerinden veya hariçten bir veya müaddit (?) eşhası müdür yani vekil tayin ederler. Yani kendilerinin umuru müşterekelerinde haiz oldukları kendi velayetlerini o müteaddit efrattan mürekkep bir heyete veya bir şahsa bahşederler. Hâkem meselesi de böyledir. Hâkem de meselâ sizden velayet almadıkça sizin aleyhinize veya lehinize hükmedemez. Ne vakit siz birini kendinize hâkem intihap ederseniz o vakit onun hükmü sizin üzerinizde nafiz olur. Neden nafiz olur? Çünkü siz o velayeti ona vermişsiniz, bundan dolayı nafiz oluyor, işte bu emsalinin cümlesi hep velayet bahsidir.

Diğer bir itibar ile de velayet, velayet-i zâtiye ve velayeti tefviz namlarıyla ikiye ayrılır, velayeti zatiye bir tanedir o da babanın velayetidir. Şeriat babaya kendinde mevcut olan sıfatı übüvvet, evlâdı hakkındaki tam
ve hakiki şefkat sebebiyle o çocuğun lehine tasarruf hakkını bahşediyor. Çocuk tarafından tefriz edilmeye mütevakkıf değildir. Doğrudan doğruya şeriat o velayeti babaya veriyor. Çünkü ortada bir çocuk var. Bakılmak ve terbiye edilmek ister. Veraset tarikiyle kendine intikal eden mallarını siyanet etmek lâzım.
İşte şeriat bu gibi şeyleri babaya vermiştir. Babadan mâda hiçbir kimsenin o çocuk üzerinde emir ve nehyi nafiz olmaz. Velev ki iki yaşında çocuk olsun kimsenin ona şuraya git, burada otur gibi emretmeye hakkı yoktur. Bu emir nedir? Cebren söz geçirmek demektir. Velayettir. Tefviz ister. Tefviz olmadıkça kimse bu velayeti olamaz. Fakat baba şevkati kâmil eye tebaan malik olduğundan şeriat bu velayeti babaya vermiştir. Fakat bazen baba da bir ihtirasa mağlup olarak çocuğun malını veya nefsini suiistimal edebilir. Buna meydan vermemek için şeriat babanın velayetini de çocuğun şefi şartıyla meşrut kılmış, o kayıt ile
takyit etmiştir. Onun için babanın zararı mahz olan tasarrufatı çocuk hakkında nafiz olmaz bâtıl olur.

Velayeti tefvize gelince: Bu bir zata başkasının bahşettiği velayettir. Ona tefviz ediyor. Vekil, vasi ve mütevellinin velayet gibi. Valilerin, hâkimlerin, ‘kumandanların ve Büyük Millet Meclisi’nin velayetleri hep bu velayet-i tefviz nevindendir. Meclisi Âli haiz olduğu velayeti âmmeyi milletten almıştır. Onun içindir ki müddeti muvakkattir. Zira kendi zatında mevcut ve mündemiç olan bir velayet değildir. Millet tefviz etmiştir ve bir müddetle takyit eylemiştir. Halifenin velayeti de böyledir. O da velayeti âmmeyi milletten almıştır. Millet bu velayeti intihap ve biatle ona tefviz eylemiştir.

İşte efendiler, Ali Şuuri Beyefendinin sormak istedikleri mesele budur. Fukaha, yani İslâm hukukçuları, halife milletin vekilidir derler. Çünkü millet velayet-i âmmeyi ona teffiz etmiştir. İntihap tarikiyle teffiz etmiştir. Millet onu intihap etmeseydi, o velayet-i âmmeyi haiz olamazdı. Onun için ımillet o velayeti âminnenin sahibidir vâsıldır. Umur-u âmmede tasârrufat kendisine aittir. Fakat millet kendi umura âmmesinde bizzat kendisi icra etmeyip O icraatı intihap ve biat tarikiyle halifeye teffiz etmiş. İşte bu suretle halife velayeti âmmeyi İbnü’l-Hümâm’ın tâbiri veçhile tasarrufu âmme istihkakı ikaz eylemiştir. Ondan dolayıdır ki, efradı ümmet üzerin/de hakkı tasarrufa malik olmuştur ve yine bundan dolayıdır ki, Halife, milletin vekili olmuştur.

Sonra burdda /bir kaide Idaha var. O da kaidei vekâletten çıkıyor. O da şudur. Vekâlet bazan mutlak olur, ibazan mukayyet <oktr. Çünkü bir kimse diğerini vekil edeceği zaıman dilerse (mutlak surette vekil eder istediğini yap der, buna vekâleti mutlaka denilir. Dilerse vekilin yapacağı işleri tâyin eder. Bâzı kuyut ve surata tabi lnlar. Buna da vekâleti mukayyide Üenir. Bu suretle vekâlette ıtlak ve takyit müekkilin hakkıdır. Ona kimse bir şey diyemez, çünkü o, kendi haiz olduğu velayeti vekiline veriyor. Nasıl isterse ‘öyle verir. Bu onun hakkıdır.

Şu halde bu kaide hilâfette de caridir. Millet dilerse, Halifeyi sureti mutlakada intihap eder. Onun hiçbir tasarrufunu takyit etmez. Bu surette bu hükümeti mutlaka demektir. Dilerse millet Halife’nin tasarrufatını bazı kuyut ve şuruta tabi tutar. Bu suretle de hükümeti mukayyide olur. İşte hükümeti meşruta denilen Hükümet bu kabildendir. Millet hiçbir zata vekâlet vermez, yani bir halife, bir imam intihap etmezse hilâfet yok demektir. O vakit de cumhuriyet olur. Buna ne mâni vardır? Millet kendi işini ben yapacağım, neden bana başkası cebren yaptırsın derse neden caiz olmasın? Millet diyor ki, hayır kendi işimi ben kendim göreceğim. Ne vakit âciz olursam o vakit halife veya imam namı ile başkasını vekil tâyin ederim. Fakat şimdi ben elhamdülillah âciz değilim. Büstümü istihsal ettim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için
en nafi bir şekl-i Hükümet demek olan cumhuriyet ve usulü meşveretle kendi işimi kendim
göreceğim. O halde buna kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Zira hak milletindir. (Alkışlar)

Kuranı Kerim de bunun cevazına sarahat derecesinde işaret ediyor. (Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görürler) (diyor. (Alkışlar) İşte bakınız mesele ne kadar basitleşti. Döndü, dolaştı basit bir mesele-i hukukiye oldu. Bu çocukların bile anlayacağı bir mesele ‘oldu. Bunu izamı etmek, lüzumundan fazla büyütmek ve buna başka türlü manalar vermek hurafeye, masallara kadar (gitmek ve korkunç bir hale koymakta ne mana vardır? Evet bunun bir manası vardır, o da görenektir. Efendiler, görenektir. Kafalar alışmış; gözler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Zeki Bey’in kulakları çınlasın!

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Maalesef her türlü zulümlerine katlanarak alışmışız. Memleketi malikânelerine çevirmişler. Milleti uşak gibi kullanmışlar. Bir şey dememişiz. Bilirsiniz, vaktiyle her hangi bir zatın mallarını müsadere ederlerdi. Şuna, buna istedikleri envali, araziyi peşkeş çekerlerdi. Avrupa’dan utandıkları için meşhur Gülhane Hattı Hümayunu neşrolunduğu zaman müsadere mülgadır demişler. Medeni bir Devlet haline gireceğiz, artık müsadere mülgadır demişler ve 93 Kanunu Esasisine de (Hicri takvimle 7 Zilhicce 1293’te kabul edilen 1876 tarihli Kanun-ı Esasi kast ediliyor) koymuşlardır. Halbuki o vakte kadar bütün zenginlerin mallarına istedikleri gibi tasarruf ederler. İstedikleri gibi müsadere ederlerdi. Ahali mallarını bundan kurtarmak için bir çare aramaya başlamış, bir adam büyük bir zengin olursa, sivrilirse derhal malı müsadere olunur. Bunun önüne geçmenin çaresi nedir diye ahali kıvranmaya başlamış.
RECEP B. (Kütahya) — Haydi vakıf.
ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Ne yapsınlar tabiî vakıf usulünü iyi bir çare buldular. Efendiler zanneder misiniz, ki, bu vakıflar hayır için yapılmıştır? Hayır! Vakıfnamelere bakarsanız, görürsünüz, elli bin lira, kıymetinde bir mal, senede beş, on bin lira varidat, getiren emlâk vakfediyor. Fakat cihet-i hayra topu topu yüz lira bir masraf ihtiyar olunuyor. Meselâ falan sebile kırk okka gaz, falan camie seksen okka zeytinyağı falan mescide otuz, kırk tane mum şart ediliyor. Üst tarafı evlâdına batman bade batın, neslen badı neslin evlâdının evlâdına şart ediliyor. (Handeler, alkışlar) Bu neden? Çünkü müsadere ediyor. Müsadereden kurtarmak için başka çare yok. Maksadım tezyif değildir. Hakikat-ı tarihiyeyi arz etmekti.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Bir müşkülüm var hoca efendi Hazretleri bir insan Cuma namazı kılmak için başkasının iznini almaya mecburiyet var mıdır?
SEYİD B. (Devamla) — Evet, bu bapta bir risale gördüm. Geçen devre-i intihabiye mebuslarından Hoca Şükrü Efendinin kitabıdır. Kendisiyle teşerrüf edemedim. Kendisini görmediğini için hali hazırda ne kanaatte olduğunu bilmiyorum. O kitapta “Mezhebimiz muktezasınca Cuma ve bayram namazlarının sıhhati izni imama mütevakkıf olmakla hutabatın makamı hilâfetten tevcihi muktazidir” deniyor. Görülüyor ki, Hoca Şükrü Efendi, bu makamda iki şeyden bahsediyor. Biri Cuma ve Bayram namazlarının sahih olması için izni imamın şart olması, diğeri de hatiplerin halife tarafından tâyininin lüzumudur. Bu iki meselenin ikisi de yanlıştır. Hata-yı fahiştir. Kastamonu Mebus-u Muhteremi Halit Beyefendi Hazretleri de “Ahalice öyle telâkki olunuyor. Halife olmazsa Cuma namazı sahih olmaz deniyor.” buyurdular.

Bir kere şunu arz edeyim ki, efendiler, Dini İslâmda Allah ile kul arasına girecek bir vasıta yoktur. Bu bir hakikati İslâmiye’dir. Ne şeyh, ne mürşit, ne müçtehit, ne imam, ne de bilmem kim asla vasıta olamaz. İslâmiyet’te ruhaniyet, teşkilâtı diniye yoktur. Papa, Hazreti İsa’nın lâyuhti vekilidir. Hazreti İsa namına emir ve nehyeder. İslâmiyette böyle bir şey yoktur. Hiçbir kimse Hazreti Peygamber’in teşrii ahkâmda vekili değildir. Teşride niyabet cari olmaz. İslâmiyet’te Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında açık bir yol vardır. Herkes o yolda gidebilir. Hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur. Ne Kur’an’da ne de hadiste böyle bir şey bulamazsınız. Bilâkis aksini bulursunuz.

Cuma namazı siyasi bir ibadettir. Bayram namazı da öyledir. Onun içindir ki, büyük şehirlerde ve kasabalarda kılınır. Köylerde kılınmaz. Bizim mezhebimizde, yani Mezhebi Hanefi’de köylerde Cuma namazı sahih olmaz. Mutlak şehirde olacak. Çarşı ve pazarı olan kasabalarda kılınacak ve mümkün oldukça bir yerde bir camide kılınacak, onun içindir ki, evvelleri şehir içinde veya şehir kenarında sureti mahsusada ihzar edilmiş meydanlarda kılınırdı. O yerlere namazgah denir. Hâlâ bâzı şehirlerde namazgah denilen yerler vardır. Sonra efendiler hatip memleketin en büyük zatı, en büyük âlimi olacak. Hutbe, siyasi, içtimai, ahlâki, iktisadi, nasayıhı, ilmî izahat ve irşada ti muhtevi olacak. Binaenaleyh böyle bir hutbe iradına herkes muktedir olamaz. Ona göre hatip bulmak lâzımdır. Onun için o havalide. hutbe meselesi mühim bir meseleydi. Hutbe okumak ve o suretle halka kendisini göstermek, efkârı nâsta bir mevki tutmak şüphesiz büyük bir şereftir. Kendine güvenen herkes buna heves edebilir. Onların taraftarları da olabilir. Bu okusun, hayır o okusun diye aralarında ihtilâf ve niza zuhur edebilir.’İşte bu ihtilâf ve nizaa meydan vermemek için fukaya-yı Hanefiye hatibin, Cuma namazını kıldıracak olan zatın Sultan tarafından tâyin edilmiş olması lâzımdır demişlerdir. Dikkat ediliyor mu? Burada halife tâbiri yok, Sultan tâbiri var. Türkistan’ın en büyük âlimlerinden, Fukaha-yı Hanefiye’nin ezanımdan Burhaneddin Merginani namında büyük bir fakih vardır. Merginan Türkistan’da Fergana eyaletinin merkezi idaresidir. Bu zat, oralarda ve Semerkant civarında neşri ulûm etmiştir. Hüdaye namında gayet feyyaz, gayet mübeccel, kıymetli bir kitabı vardı. Elyevm Mısır’da tab olunmuştur. Âlem-i İslâm’da bu kitabı bilmeyen bir âlim yoktur. Beynel ulema ücceddittir. Ondan sonra yazılan bütün kitapların merciidir ve mezheb-i Hanefi’de en mevsuk ve en muteber bir kitaptır. İşte bu kitapta cuma namazını bizzat sultan veya onun memur-u mahsusu kıldırmak lâzımdır) deniyor. Bu kitabın şerhi meşhur Fethilkadir’de ve elyevm her âlimin elinde bulunan meşhur Dürr-i Muhtar’da “Velev ki o Sultan bir şahsı mütegalIip ve hatta bir kadın olsun beis yoktur.” deniliyor.

Zikrolunan Hüdaye’de de bu şartın, bu meselenin illeti, esbab-ı mucibesi olmak üzere şöyle deniyor: “Ve çünkü Cuma namazı cemaati azîme ile eda olunur ve bazen hitabet ve imamete heveskâr olanlar tarafından takdim ve takaddümde münazaa hâsıl olur. Bazen da başka bir sebepten dolayı niza ve itilâf zuhur edebilir. Bu cihetle emri tarzı tetemmimen bu şarta lüzum görülmüştür.” İşte bu sözler Hüdaye’nin kendi sözleridir. Benim sözlerim değildir. Şüphe edenler oraya müracaat etsinler.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı Son-Halife-Abdulmecid-Efendi-759x1024.jpg
Son Halife Abdülmecid Efendi’nin bir portresi

İşte pek açık olarak görülüyor ki, hitabet tevcihi meselesi, öyle zannolunduğu gibi hilâfetin levazımından değildir. Mücerret inzibat ve asayiş meselesidir. Niza ve şıkakı ref için lüzum görülen vazaif-i hükümettendir. Hattâ mezheb-i Şafiiye göre cuma namazının sıhhatinde böyle bir şart yoktur. Fukaha-yı Hanefiye’de Sultan olmayan yerlerde hatibi ve imamı ahali kendisi intihap ve tâyin eder, derler. İşte meselenin mahiyeti hakikiyesi budur. Fakat nasılsa maatteessüf bu mesele zihinlerde pek çok yanlı olarak takarrür etmiştir. Bu suretle tashihi lâzımdır. Efendiler bir seneden beri memleketimizde hatipler yalnız Şer’iye Vekili tarafından tâyin olunuyor. Şimdi bir seneden beri memleketimizde kılınan cuma ve bayram namazları sahih değildir mi denilecek? Bu, hata-yı azîm olur. Lâzım olan hatibin, cuma ve bayram namazlarını kıldıracak imamın Hükümet tarafından tâyin edilmesidir. Bu hâsıl olduktan sonra başka bir şeye lüzum yoktur.

İzn-i imam meselesine gelince; efendiler, bu da yanlıştır. İzn-i imam tâbirindeki imam lâfzı elifle imam değil ayın ile âmdır. Yani terkibi izafi ile izn-i imam değil, terkib-i tarsifile izn-i âm demek lâzımdır. İşte doğrusu budur. Yani- Cuma namazı sahih olmak için izni âm şarttır. Bu izn-i âmdan maksat da cami veya kale kapıları herkese açık bulunması, herkesin o cami ve kale derununda cuma namazını kılmaya mezun olunmasıdır. Çünkü cuma ve bayram namazları şeair-i İslâmiye’dendir. Onların alenen izharı lâzım edendir. İşte cuma ve bayram namazlarının sıhhatinde izn-i âmin şart olması bu hikmete müstenittir. Binaenaleyh bir halife, bir padişah, bir vali veya bir kumandan yalnız kendi mahiyetiyle cuma namazını kılmak isteyip de cami veyahut kale kapılarını kapattırarak halkı duhulden men eylerse o namaz sahih olmaz. İşte bu meseleyi de bu suretle tashih etmek lâzımdır. Teessüf olunur ki, âlim geçinen birçok zevat bu meseleleri pek basit oldukları halde yine yanlı bellemişlerdir.

Bu meseleler kütüb-ü fıkhıyenîn cümIesinin bu suretle muharrer olduğu halde bilmem nasıl olmuş da bunlar pek yanlış, pek açık hata olarak bellenilmiştir. Buna bir türlü aklım ermedi. Ben kütüb-ü fıkhiye içinde şu söylediklerimin aksini iddia eden bir kitap, bir ibare görmedim.

Emirülhac meselesi de böyledir, demin, ismini zikreylediğim Hoca Şükrü Efendi emirülhac tâyini için de halifenin vücuduna lüzum gösteriyor. Halbuki asla öyle bir lüzum yoktur. Bu da inzibat ve asayiş meselesidir. Öteden beri hüccac arasında emniyet ve asayişi muhafaza ve niza ve itilâfı fasl için bir zatı emrülhac tâyin ederlermiş, mesele bundan ibarettir. Bu da vazaif-i hükümetten bir vazifedir ve hiçbiri levazım-ı hilâfetten değildir.

Hutbelerde halifelerin, padişahların isimlerinin zikredilmesi keyfiyetine gelince; bu artık büsbütün sonradan ihdas olunmuş bir keyfiyettir. Hutbenin katiyen şeraitinden değildir. Ve hutbe ile dinî olmak üzere hiçbir münasebeti yoktur. Sırf siyasi ve idari bir keyfiyettir. Hülâfa-yı Raşidin zamanında hudbelerde hiçbir kimsenin ismi zikrolunmazdı. Biraz evvel söylemiştim. Hutbe, nutuk demektir. Onda zikri lâzım olan şeyler siyasi, içtimai, iktisadi, ahlâki nasihatler, meselelerdir. Hurbe, halkı ikaz ve irşat için irat olunur. Yoksa bir zatın ismini zikretmek için irat olunmaz. Devlet-i Emeviye’de hatipler hutbelerde Hazreti İmam-ı Ali’ye lanet ederlerdi. Bunu sırf bir propaganda olmak, halkı Hazreti Ali’den soğutmak için Muaviye ihdas etmişti. Hazreti Ali’nin hükümran olduğu yerlerde de hatipler, Emevi hatiplerine mukabele olmak üzere Hazreti Ali’ye dua ederlerdi. Daha sonraları tavaif-i melûk zuhur ettiği zamanlarda her yerde hatip o yere hâkim olan sultanın ismini zikreder oldu. Bundan maksat da o yerin hangi sultanın, hangi hükümdarın havza-i Hükümeti dâhilinde bulunduğunu göstermektir. Bizde de hatipler esnayı hutbede Osmanlı padişahlarının isimlerini zikrederken Halife, İbnülhalife demez “Essultanı İbnüssultan” der; Elhalife İbnülhalife diyen hatip hiç gördünüz mü? Hutbelerde Hülefa-yı Raşidîn’in yani Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin isimlerinin zikredilmesi de bu kabildendir. Yani bu da sırf siyasi bir meseledir. Şiilere karşı zikrolunur ve bu hutbenin okunduğu yerdeki ahalinin ehli sünnet olduğunu bununla ilân edilmiş olur.

İran’a giderseniz orada da camilerde hatipler Ebubekir, Ömer ve Osman’ın isimlerini zikretmezler. Hülâsa bu gibi şeyler sonradan ihdas edilmiş şeylerdir. Asıl şeriat-ı İslâmiyede böyle şeyler yoktur. İşte efendiler hilâfet ve onun teferruatı hakkında size pek çok izahat verdim. Bu izahatımla artık hilâfet meselesinin mahiyet-i şeriyesi tamamiyle anlaşılmıştır sanırım. Şimdi de müsaade edin de bir, iki söz de mukaddes dini yâr ve ağyara karşı îlâ edeyim.

Muhterem efendiler İslâmiyet gayet âli bir dindir. Maarifi, terakkiyi pek sever. Akıldan, mantıktan hiç ayrılmaz. Yeryüzünde din-i İslâm kadar hürriyetperver, terakkiperver bir din yoktur. Bütün ahkâm-ı diniye ulviye-i mualliyat-ı muhtevidir. İstihdaf ettiği gaye mekarim-i ahlâkı, fazail-i beşeriyeyi tesis ve temin etmektir. Hazreti Peygamber en sahih hadislerinden birinde “İnnema fahseti. lâtetemmemü mekârimül ahlâk” buyuruyor. Yani ben ancak mekârrim-ü ahlâkı itmam için ba’s olundum diyor ve bir hadis-i şerifinde de akla (Huccetullah) ıtlak ediyor. Bakınız ne diyor : “Kün mealhakkı haysü kâne ve meyyezi ma iştebehüm aleyke biaklike feinne imece tullahi aleyke keyfe ve berekâtühü mdeke” bu hadisin mânası şudur: Halk nerede ise sen de onunla beraber orada bulun, ondan ayrılma sana şüphe veren şeylerin hakikatini aklınla temyiz et.

Efendiler İslâmiyet maarifle teveümdür. Hikmet ve marifetten hiçbir zaman ayrılmaz. Hep bilirsiniz. Meselâ “İlim velev ki Çin’de olsa dahi gidiniz, tahsil ediniz.” ve “İlim ve marifeti beşikten kabre kadar tahsil ediniz.” hadislerini hep bilirsiniz. Bilmeyen yok gibidir. Size bir hadis daha nakledeyim. Bakınız bunda Cenab-ı Peygamber Efendimiz ne diyor: “Elhikmetü dalletü’l mü’minü haysüma vecedeha fehüve ehakku bihâ” buyuruyor. Bu hadis-i şerif hadis-i sahiha ve hasenedendir. Meşhur kütüb-ü sitteden Sünen-i Tirmizi’de ve diğer hadis kitaplarında mevcuttur ve pek meşhurdur. Muhtelif tâbirlerle rivayet edilmiştir. Öyle mev’ıza kitapları hadislerinden değildir. Abdi aciz öyle mev’ıza kitaplarının hadislerinden bahsetmek en muteber hadis kitaplarında görmedikçe o gibi zayıf hadislerden bahsetmem. Bu hadis-i şerifin mâna-yı münifi şudur: “Hikmet müminin aramakta olduğu öz malıdır. Onu nerede bulursa onu almaya herkesten ziyade müstehaktır.” İşte bu hadisin mânası budur. Hikmet hakayık-ı eşyaya muvafık olan kelâm, illmü marifet demektir. “Dalletü” ne demektir bilir misiniz? İnsanın kaybedip de aradığı mal demektir. Meselâ bir çakıyı üzerinizden düşürürsünüz aramaya başlarsınız işte o sizin dallenizdir. Türkçesini Tunalı Hilmi Bey kardeşimiz söylesin.

TUNALI HİLM B. (Zonguldak) — Yitiktir.

SEYİD B. (Devamla) — İşte Cenab-ı Peygamber böyle buyuruyor: Hikmet olan söz, hakayık-ı eşyaya muvafık olan bir kelâm; hukuki, içtimai, felsefi, iktisadi ve ahlâki bir düstur. Her nerede bulunursa bulunsun her kimin ağzından işitilirse işitilsin işte o söz işte o kelâm hakikat, işte o düstur Müslüman’ın kaybedip de aradığı kendi malıdır. Hiç tereddüt etmesin, hemen alsın. Nerede bulunursa bulunsun herkesten ziyade bir mümin ona müstehaktır. Herkesten evvel alsın; onun öz malıdır. Bakınız, bu ne yüksek ne âli (yüce) bir sözdür, delâlet ettiği mana ve meal itibarıyla, mazmun itibarıyla ne büyük bir düsturdur, işte bu hadisten de anlaşılıyor ki, İslâmiyet maarife, hakaik-i eşyaya pek büyük bir kıymet veriyor. Hukuk da hürriyetperver bir din olduğu gibi ulûm ve fununda da hürriyetperver bir dindir. Akıl ve mantıki ve maarifi pek ziyade sever. Cehaletten ve körükörüne, ötekine, berikine taklitçilikten de pek nefret eder. Biz babalarımızı böyle bulduk. Onların eserinden ayrılmayız diyen mütemerridîne Hazreti Kur’an “entüm ve ebaeküm fi dalâlin mübîn” yani siz ve babalarınız bariz ve aşikâr dalâlettesiniz diyor.

Efendiler, şurasını arz edeyim ki Şark’ta âlem-i İslâm’da, medeniyet-i İslâmiye’ye ulûm ve fünuna hizmet eden ulemanın ekserisi Türk’tür, içlerinde pek büyük feylezoflar, pek büyük mütefennin ve mütbahhir âlimler, büyük hukukçu fakihler vardır. Birtakım zalim ve müstebit hükümdarların zulüm ve istibdadı neticesinde böyle zebun, harap, cahil bir hale gelmiş olan Semerkand, Buhara, Nisa’bur, Bağdad, Belıh gibi şehirler vaktiyle üçer beışer milyon nüfusu havi cesîm memleketlerdi. Meşhur Edib-i Âzam Kemal Bey merhum bir. eserinde bu şehirler için “her biri Paris, Londra gibi” diyerek bunların bugünkü Paris ve Londra derecesinde büyük şehirler olduğunu söyler. Ben merhumun bu eserini okuduğum zaman bu sözünü pek mübalâğalı bulmuş, inanmamıştım. Sonralan asar-ı Arabiye’de görünce merhumu tasdik ettim.

Efendiler bâzı asar-ı Arabiye’de gördüm. Horasan’la Afganistan arasında bulunan ve “Belıh” denilen şehir vaktiyle 6 milyon nüfusu havi cesîm bir memleketmiş. İçinde altı yüz kadar kubbeli ve minareli cami varmış. Bugün ise ihtimal bu şehrin enkazı bile kalmamıştır.

Şîmdi, sorarım size, o vakit medeniyet-i İslâmiye o derecede müterakki ve âlem-i İslâm o nispette mamur ve mütemeddin iken şimdi neden harabezare dönmüş, ahalisi cehil ve nadan içinde kalmıştır, bunun sebebi nedir? İslâmiyet şimdi terakkiye mâni olmuyordu da şimdi mi mâni oluyor veyahut sözü aksine çevirelim, İslâmiyet şimdi terakkiye mâni oluyor da, o vakit olmuyor muydu? Bunun hiçbiri değil. Efendiler, zamanımızda memleketimizde terakkiye mâni olan hal hakikî İslâmiyet değildir, cehilden körü körüne taklitçilikten neşet eden bugünün nâbemahal zihniyetidir. Zamanımızda din-i İslâm pek garip kalmış; hurafat ile dolmuştur ve bu hurafat âlem-i İslam’a odyan-ı saireden, akvam-ı saireden sirayet etmiştir. Yoksa hakikî din-i İslâm hurafatın, efkâr-ı bâtılanın en büyük düşmanıdır. Esasen din-i İslâm hurafâtı, itikadat-ı bâtılâyı kökünden yıkmak işin gelmiştir. Nitekim vaktiyle yıkmıştı da. Fakat sonraları şuradan, buradan âlem-i İslâm’ın içine birçok hurafat girdi. Neticede din-i İslâm bütün bütün garip kaldı.

Bilâtereddüt (Tereddütsüz) diyebilirim ki, bugünkü din-i İslâm haşkıa, asr-ı saadetteki din-i İslam başkadır. Hakikî din-i İslâm fıtrî ve mantıkî bir dindir. Hayalâtı, hurafatı birtakım efkâr-ı bâtılayı hiç sevmez, bilâkis onlardan nefret eder. Biraz evvel de söylemiştim, Hazreti Peygamber’in en büyük duası “Allahümme ernel eşyaü kemahiye” yani, “Yarabbi bize hakayık-ı eşyayı olduğu gibi göster.” duası idi. Ne güzel, ne büyük duadır. İnsan hakayık-ı eşyayı olduğu gibi bilirse daha ne ister? En büyük hikmet, en büyük ilim ve marifet de hakayık-ı eşyayı olduğu gibi bilmek değil midir?

İste efendiler, Hilâfet ve İslâmiyet hakkında bildiğimi, anladığımı size söyledim. Bu yirmi, otuz senelik uzun ve yorucu senelerin mahsul-ü tetebbüatıdır.

YAHYA GALİB B. (Kırşehir) — Allah sizi milletimizle beraber payidar etsin.

SEYİD B. (Devamla) — Sözlerimde asla riyakârlık, bir maksad-ı hafi yoktur. Bildiklerimi kemal-i samimiyetle size arz ettim. Maksadım muazzez dinimin hakayıkını olduğu gibi bildirmek, bu suretle- İslâmiyeti yerüağyara karşı ala eylemektir;

Efendiler ahali bu hakayıkı anlamazmış, bilmezmiş. Anlatalım, bildirelim; vazifemizdir. Ahali anlamamış, bilmemiş ise kabahat onlarda değil, anlatmayanlardadır, bildirmeyenlerdedir. Bundan sonra anlatalım, ikaz edelim, irşat ve tenvir edelim ve bu zavallı memleketi artık yürütelim. (Bravo sesleri)

Hilâfet, hilâfet diye çökmüş gitmişiz. Harap ve turap olmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Bütün memleket yoksulluk içinde kalmış. Yevm-i hilâfetin imhasını efendiler? (Bravo, sesleri) Artık yürüyelim, dirilelim. Bütün âlem-i medeniyet almış yürümüş, tarik-i terakkide dev adımlarıyla gidiyor. Biz bunların arkasından boynu bükük yetim gibi bakıp bakıp da “Göçtü kervan, kaldık dağlar başında” mı diyelim? (Handeler) Doğrusu, insan müteessir oluyor. Ne yalan söyleyeyim aynı zamanda insana hiddet de geliyor. Ne acayip şey! Din-i İslâm bu kadar âli ve terakkiperver bir din olsun da biz Müslümanlar milel ve akvam içinde en geride kalalım. (Handeler ve alkışlar)

Efendiler, sözlerime nihayet vermezden evvel zamanımızda; hele şu sırada pek mühim olan bir mesele hakkında müsaade buyurunuz da bir iki söz söyliyeyim. (Söyle söyle sabaha kadar söyle dinleriz sesleri)

Bundan üç beş gün evvel bir celse-i aleniyede, Heyeti Umumiyemizde Muhterem İzmir Mebusu arkadaşım Saraçoğlu Şükrü Bey “Türkün ruhundan doğan kanunlar isteriz.” demişti; ben o celsede bulunmadım sonra gazetede okudum. Pek doğru söylemiş. Tasdik ederim. Türk’ün örf ve âdetine uygun kanunlar isteriz demek istiyor değil mi?

SARAÇOĞLU ŞÜKRÜ B. (İzmir) — Evet evet…

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Kur’an-ı Kerim’de böyle söylüyor; bir âyet-i celile vardır. İçtimai ve hukuki bir vecize, bir düsturu hikmettir. Bakınız Kur’an-ı Kerim ne diyor: “Huzul afve ve’mür bil ur veve’e rade anilcahilîn” diyor; mânası “affı ihtiyar et, örf ile emr ile, cahillerden araz kıl!” demektir; (Alkışlar) İşte görülüyor ki Hazret-i Kur’an “Örf ile emret” diyor. Efendiler bütün Şark ve Garb’ın, bütün Avrupa hukuk şinaslarının, bütün feylozoflarının ittifak ettikleri bir şey vardır ki o da bir memleket kanunları o memleketin örf ve âdetine uygun olması kaziyesidir; kanun vaz’ında esas budur; bir kanun memleketin örf ve âdetine muvafık olmazsa o kanun payidar olmaz. Çünkü hukuk demek örf ve âdet demektir. Bir memleketin ahkâm-ı kanuniyesi, kavaid-i hukukiyesi o memleketin örf ve âdetinden doğar ve o örf âdetin tebdili ile tebeddül eder.

Lâkin acaba bu âyet-i celiledeki örf kelimesi bugün lisanımızda zebanzet olan örf ve âdet manasına mıdır? Âh! Dertlerim büyüktür; bu âyet-i celile hakkiyle tetkik edilmemiş, manası işlenmemiştir; tefsirlere bakarsanız birbirine mubayin başka başka manalar verildiğini görürsünüz; bu âyetteki örf mâruf manasınadır. Münkirin zıddıdır. Halkın lisanında deveran eden örf ve âdet manasına değildir derler. Halbuki efendiler; bu yanlıştır. Ben bu meseleyi uzun müddet, senelerce tetkik ettim. Meselede Eş’arilerle yani Şafii ulemasıyla Maturidilerin yani Hanefi Ulemasının fikirleri birbirine karışıyor. Bunu tefrik etmek lâzımdır. Safi uleması tarafından yazılan tefsirlere, meselâ (Kadı Beyzavi) tefsirine bakarsınız örfün şer’an tahsin olunan şeyidir diye tefsir edildiğini görürüsünüz. Halbuki Hanefiler tarafından yazılan tefsirlere, meselâ Hanefilerin en büyük muhakkiklerinden ve usul-ü fıkha imamlarından olan Cessas Ebubekir Razi’nin (Ahkâm’ül Kur’an) namındaki tefsirine bakarsanız örfü aklen tahsin olunan şeydir diye tefsir ettiğini görürsünüz. Bu mübayenetin sebebi Hüsn-ü kubuh meselesidir; bu felsefe-i İslâmiye’de pek mühim bir bahistir. Elyevm Avrupa feylesofları da bu bahis ile meşgul olmaktadır. Bunu size izah etmek istemem, uzun gider, bunun yeri burası değildir. Şu kadar söyleyeyim ki örf irfandan mehuzdur (alınmıştır, çıkarılmıştır); Matridelere göre yani Fukha-yı Hanefiye’ye göre akıl ve irfanın tecviz ettiği şey demektir. Âdetle arasında şu kadar bir fark vardır ki âdet bâtıl üzerine de teessüs edebilir. Bâtıl ve mezmum (makbul olmayan) şeyler de âdet olabilir. Nitekim birçok fena şeylerden beynennâs âdet olduğu gibi. Lâkin örf, irfan üzerine müessestir. Bâtıl üzerine teessüs etmez. Merdim ve mezmum şeylere örf denmez. Şu halde örf ile âdet arasında umum ve huus-u (?) mutlak vardır. Örf ahs, adet-i âmdır. Yani hor örf âdettir ama her âdet örf değildir. Bazı âdetler aklen makbul olduğu için örftür. Fakat bazı âdetler de aklen merdut olduğu için örf değildir, İşte örf ile âdetin arasında bu fark vardır, başka bir fark yoktur. Evet, maruf da örf demektir. Fakat o da bu manadadır. Ben usul-ü fıkha dair yazdığım ve el’an bitiremediğim büyük bir eserde bu meseleleri uzun boylu izah etmişimdir. Arzu edenler benim o kitabıma müracaat edebilirler. Matbudur. Talebe Cemiyeti tarafından tabedilmiştir. Darülfünun’da Talebe Cemiyeti tarafından satılmaktadır.

Son söz olarak şu ciheti de arz edeyim ki ıslahat-ı adliye namı altında alelacele bir kanun yapmak doğru olamaz, muzırdır. Almanlar son Kanun-u Medenilerini ancak on beş senede vücuda getirebildiler. Memlekete, milletin örf ve âdetine, milletin bünye-i içtîmaiyesine uygun kanunlar yapmak kolay bir şey değildir. Muhtelif devletlerin muhtelif usul ve kavanini var. Garbın örf ve âdeti ve hukuku olduğu gibi şarkın da memleketimizin de örf ve adeti ve kavaid-i hukukiyesi yardır. Bunları uzun uzadıya tetkik etmek, etüt etmek, düşünmek, hangi kaidelerin, hangi ahkamın memleketimize, milletimizin şeraiti içtimaiyesine, ahval-i hayatiyesine uygun olduğunu tespit eylemek icap eder. Böyle yapılmayıp da alelacele, gelişigüzel bir kanun yapılacak olursa faide yetine mazarrat hâsıl olur. Sonra sık sık, iki günde bir tadile mecbur kalırsınız. Ben size bir ayda büyük bir kanun, devletin Kanun-u Medenisi’ni bile getirebilirim, ne yaparım? Alman veya İsviçre Kanun-u Medenisi’ni tercüme ettirerek Heyet-i Âliyenize takdim edebilirim. Lâkin ona Türkiye Kanunu denmez. Muhterem Saraçoğlu Şükrü Beyin tabiri veçhile “Türk’ün ruhundan doğan kanun” denmez, Alman veya İsviçre Kanunu denir. Almanya ve İsviçre başka, Türkiye başkadır. Türkiye’de Türkiye kanunu lâzımdır. Bu da uzun uzadıya tetkike muhtaçtır. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım, metin ve sağlam esaslar üzerinde yürüyelim. Tekrar geriye dönmeyelim. İşte ben bildiklerimi, kanaatlerimi bütün samimiyetimle en açık bir surette arz ettim. Artık ötesi size aîttir. Her şey kararınıza vabestedir. Müsaadenizîe sözlerime nihayet vereyim (Teşekkür ederiz sesleri, alkışlar).

Kaynak: T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, D. II, C. 7, s. 40-61